TOPLUMSAL DEVRİM SÜREKLİ BİR DEĞİŞME VE
DEĞİŞTİRME HAREKETİDİR
Arkadaşlarım,
Toplumsal devrim, sınıfsal temelleri olan, kesintisiz bir değişme ve değiştirme hareketidir.
Çeşitli zorluklarla dolu, uzun, sancılı bir tarihi dönemi kapsar. Acıları, sevinçleri, başarıları,
yenilgileri, yükseliş ve düşüş devrelerini içerir.
Toplumsal devrimleri zorunlu kılan, uzlaşmaz boyutlara ulaşan toplumsal çelişmelerdir.
Sınıflı her toplum, uzlaşmaz sınıf çelişmelerini bağrında taşır. İşte devrimleri gündeme
getiren bu çelişmeler, çelişmelerin çözümü için gerekli olan sınıf güçlerini, bütün mücadele
silahlarıyla karşı karşıya getirir. Sınıf siyasetlerini, ideolojilerini, taktik tavır ve davranışlarını
da bu süreç içerisinde biçimler.
Toplumumuz da, günden güne berraklaşan bu saflaşma süreci içindedir. Biliyoruz ki, insanlık
tarihi sınıfların mücadeleleri tarihidir. Tarihin itici gücü halklardır. Yani, tarihi gelişmeler,
üstün yetenekli insanların eseri değil, üstün özelliklere sahip insanlar toplumsal çelişmelerin
ve gelişmelerin eseridir. Toplumsal gelişmelerin nesnel yasalarını ve halkların tarihi
eğilimlerini özünden kavrayan insanlar, nesnel koşullara uygun düşen doğru önerileri,
fedakârlıkları ve cesaretleriyle kitlelerin bilinçlenmelerinde, devrim hedeflerine
yönelmelerinde önemli roller oynamışlar ve tarih, onları layık oldukları yerlere oturmuştur.
Tarihi akışa ve toplumsal eğilimlere ters düşen, toplumsal gerçeklikten kopar ve halkın
devrimci eğilimlerini çiğneyen insanlar ise, bir zamanlar halk tarafından nasıl
yüceltilmişlerse, yine halk tarafından alaşağı edilmişlerdir, edilmektedirler ve dileceklerdir.
İşte bu tarihi ve evrensel gerçeklerden hareketle, sınıf saflaşmalarının yoğunlaştığı
günümüzde kendi yerimizi saptamak göreviyle karşı karşıyayız.
Kimin saflarında olacağız?
Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük isteyen; insanın insana kulluğuna son verilmesini isteyen
halkların devrimci saflarında mı, yoksa bağımsızlığa ve demokrasiye karşı çıkan, sömürüyü
bir tasma gibi halkların boğazına geçirip onları köleleştiren ve düzeni korumak için her türlü
baskı ve zülmü meşru gören halk düşmanı saflarda mı?
Hangi safları seçersek seçelim, seçtiğimiz saflar bize çeşitli görevler yükler. Bu görevlerin
yerine getirilmesi, bizi sınıfsal değerlere göre adlandırır. Ya ezilen halkların ve sınıfların
fedakâr, yiğit, bilinçli, unutulmaz savaşçıları olarak, bilinenbilinmeyen kahramanları olarak
tarihe geçeriz ya da halk düşmanları olarak, nefretle anılarak tarihin kara safyalarına,
tarihin çöplüğüne. Ya anamıza, babamıza, karımıza ve çocuklarımıza, bizden sonraki
kuşaklara şerefli insanların mirasını bırakırız ya da onların, yakınlarımızın, uzun bir süre
utanacakları, hatırladıkça yüzlerini kızartacak acı bir miras. Biz, çocuklarımıza şerefli, onurlu
bir miras bırakmalıyız.
Arkadaşlarım,
Şerefli bir miras bırakmanın birinci koşulu, ezilenlerin yanında bilinçli bir biçimde saf tutmak
ve kendimizi, ezen sınıfların gerici ideoloji ve kültürel etkilenmelerinden, düşünce
biçimlerinden, alışkanlıklarından kurtarmak için sabırlı çaba sarfetmektir.
Safımız, her türlü sahteliği, grupçuluğu aşarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen,
sömürülen bütün emekçi kitlelerin birliği doğrultusunda, devrimci proletaryanın mücadele
safları olmalıdır.
Bu safı içtenlikle ve inanarak seçmişsek, bu saflara karşı olan bütün gerici güçlere ve bu
güçlerin ideolojik, siyasi, kültürel ve toplumsal etkilerine karşı, bilimsel sosyalizmin ilkeleri
temelinde savaşmalıyız.
Bu görev, kendimizi ve çevremizi değiştirmeyi emreder.
Bu görev, devrimci fedakârlığı, bilgi edinmeyi, yiğitliği ve alçakgönüllü olmayı emreder.
Bu görev, devrim saflarını seçmiş insanların, eleştiri, özeleştiri temelinde birliğini emreder.
Bu görev, devrim yolunu seçmiş insanların kardeşliğini, kitlelerle birleşmesini emreder.
Arkadaşlarım,
Yeni bir yaşa girdiğim bu gün, gerek bana gerekse sizlere, geçmişe eleştirici bir gözle
bakmanın, hatalarımızın sınıfsal köklerini araştırmanın, bizi halka güvensiz, bireyci, tembel
yapan ana nedenlerin araştırılmasının vesilesi olsun.
Gerçekten devrim istiyorsak, devrimin çıkarlarını birinci plana almalıyız. Gerek kendi,
gerekse arkadaşlarımızın zaaflarına, yapıcı ve arındırıcı bir biçimde, bu açıdan bakmalıyız.
Bizi zor görevler bekliyor. Başarılı olmak, en küçük ayrıntının bile doğru sınıfsal ilkeler
ışığında titizlikle irdelenmesini zorunlu kılar. Sizlere, önümüzdeki çeşitli engellerin
aşılmasında gücüm oranında yardımcı olmak için çalışacağım; olumlu yanlarımızın
vazgeçilmez dostu, zaaflarımızın amansız düşmanı olarak her zaman yanınızda olacağım.
Bütün eksiklik ve yetmezliklerinize karşın sizlere inanıyorum ve güveniyorum. Bu inancım,
kaynağını halkıma duyduğum güvenden alıyor. Devrimin gerektirdiği bilgiler ve yetenekler
kazanılabilir şeylerdir. Halkımız mutlaka başarıya ulaşacaktır. Bağımsızlığın, mutluluğun ve
özgürlüğün düşmanı emperyalizm ve sosyal emperyalizm yenilecektir. İnsanlık düşmanı
faşizm yenilecektir! Reformizm ve revizyonizm yenilecektir! Her türlü sağ ve sol sapmalar
aşılacaktır! Ve halkımız kendi eseri olacak Demokratik Halk Devrimini ve buradan geçerek
sosyalizmi kesin zafere ulaştıracaktır. Bu, tarihin yazgısıdır.
Yaşasın devrim!..
Yılmaz Güney, bu konuşmayı, Kayseri Cezaevinde, 1 Nisan 1977de doğum günü
dolayısıyla Komün Arkadaşları önünde yaptı, daha sonra Güney Dergisinde yayınlandı.
SANAT VE DÜŞÜNCENİN YASAK KARŞISINDAKİ
TUTUMU NE OLMALIDIR?
Önce düşünceyi ele alalım.
İnsanın doğal ve toplumsal pratiği beyne yansır. Daha önce yansımış ve pratik süreç
içerisinde algılama aşamasından geçerek kavramsal bilgi haline gelmiş birikimlerle ya da
hâlâ algısal bilgi halinde bekleyen, biçimlenmesini henüz tamamlamamış birikimlerle
çatışarak ya da birleşerek yeni bir senteze ulaşır. Bu sentez, şeylerin iç ve dış ilişkilerinin,
şeylerle şeyler arasındaki bağların şeylerin kendi içlerinde ve dışlarında var olan zıtlıkların ve
benzerliklerin değişen oranlarda kavranması için yapılan zihinsel yargılama ve çıkarsama
işlemlerinin sonuçlarını içerir. Akılmadde, teoripratik diyalektiğinin ürünü olan bu zihinsel
işleme, düşünme; beynin bir işlevi olan düşünmenin ürünü bileşimlere de düşünce diyoruz.
Düşüncenin karakterini belirleyen, taşıyıcısının, yani insanın toplumsal varlığı, yani üretim
faaliyeti içindeki yeri, mensup olduğu sınıf ilişkileridir. Sınıf mücadelesi, siyasi hayat,
bilimsel, kültürel sanatsal uğraşlar, insanın toplumsal pratiğinin unsurları olmakla birlikte,
üretim faaliyeti, bütün diğer faaliyetlerinin temeli ve belirleyicisidir.
Düşüncenin temeli, doğasal ve toplumsal ilişkilere ve esas olarak da maddi üretimdeki
faaliyetine dayanır. Yansıma olgusu, nesnel gerçekliği ne derece tam ve bütün boyutlarıyla
ifade ediyorsa, yansıyan şeylerin iç ve dış bağları, aralarındaki ilişkiler ne denli kavranıyorsa,
düşünce o denli gerçeğe yakın olur. Yansıma ne denli eksik ve yetersizse, düşünce de o
denli yetersiz olur. Yansıyan şeyler arasındaki bağlar ve ilişkiler ne denli kavranamıyorsa,
düşünce o denli sağlıksızdır; yüzeysel kalır. Hangi konuda olursa olsun, insan düşüncesi
başlangıçta sığdır, yüzeyseldir. Şeyler arasındaki bağlar kavrandıkça, düşünceler adım adım
derinleşir, çokyanlılığa ulaşır.
İnsanları düşünmeye iten, doğalsal ve toplumsal ihtiyaçlardır. İnsanlar canları istedikleri için
şöyle ya da böyle düşünemezler. Onları, birbirlerinden farklı düşünmeye iten maddi
zorunluluklar vardır. Bu nedenler, insan iradesinden bağımsız, varolan nesnel koşulların
ürünüdürler. Bu koşullardan kaynaklanan zorunluluklar da düşünmenin, düşüncenin, tutum
ve davranışlarımızın maddi temelidir.
Bilim ve siyaset, kitlelere ulaşmak için çeşitli araçlardan ve organlardan nasıl yararlanıyorsa,
sanat da çeşitli biçimdeki düşünceleri, kendi özgül yapısı, kuralları ve araçları aracılığıyla
kitlelere ulaştırır. Sanat, alıcısını ve vericisini biçimleyen nesnel koşulların bizzat kendisidir.
Bu yaklaşım, iradeyle koşullar ve bilinçle koşullar arasındaki karşılıklı etkileşimi gözardı
etmez. İrade ile onun maddi temeli arasında sürekli bir alışveriş, değişme, değiştirme işlemi
vardır.
Toplumsal düşünce ve sanat, kültürel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Kültür, insanın
yaşamını sürdürmek için yürüttüğü üretim mücadelesi sürecinde, tarih boyu kazandığı ve
geliştirdiği, yaşamın her alanını ve her boyutunu ilgilendiren bilgi ve tecrübelerin tümüdür.
Ekonomik, toplumsal, siyasal, tıbbi, felsefi, sanatsal vb. alanları da kapsamına aldığı gibi,
gelenek, görenek, alışkanlık vb. şeyleri de içerir. Küçük büyük bütün insan topluluklarına bu
topyekün bilgiler yumağı yön verir; insan ilişkilerini düzenler, kurallar getirir, yargılar,
besler, büyütür ve süreç içerisinde gelişmesini sürdürür. Her ulus, kendi ulusal kültürüne
dayandığı gibi, uluslararası kültür olanaklarından da uluslararası ilişkiler oranında yararlanır.
Kültür alışverişi, uluslararası planda, ekonomik ve siyasi ilişkilere bağımlı olarak ele
alınmalıdır.
Ulusal kültür, uluslararası kültürün, evrensel kültürün temelidir. Ulusal kültür olmadan
evrensel kültür olmaz, olamaz. Ulusal ve evrensel kültürün, sınıfsal niteliklerinden gelen ikili
tabiatlarından ilerici ve gerici yanlarından bu yazımızda, konuyu dağıtmamak için söz
etmeyeceğiz.
Düşünce ve sanat, üretim sürecinde sıkı sıkıya bağlıdır ve üretim mücadelesinin, toplumsal
ve siyasal mücadelenin hem etkileyicisi, hem de onlardan etkilenendir. Üretim güçleri ile
üretim ilişkileri arasındaki çelişme, toplumsal düşüncenin ve sanatın gelişmesinin temelidir.
Bu çelişme, hayatın her alanını etkiler. Düşünce ve sanat alanlarında varolan, düşünce ve
sanatı geliştiren temel çelişmeler, kaynağını üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki
sınıfsal çelişmelerden alırlar. Üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişme yok
edilebilir mi? Hayır!.. Öyleyse, üretim güçleriyle birlikte zorunlu olarak gelişen ve aynı
zamanda üretim güçlerinin gelişmesini etkileyen düşünce ve sanat da önlenemez; gelişmesi
belli bir süre önlenebilir belki, fakat durdurulamaz. Baskı altındaki birikimler günün birinde
ışığa kavuşur. Çünkü düşünce ve sanat alanındaki başlıca çelişmeler, kaynağını, doğayla
toplum arasındaki çelişmelerden, toplumsal çelişmelerden alırlar. Doğa ile toplum arasındaki
çelişmeler, kaçınılmaz olarak üretim güçlerini, özellikle de insanı teorik ve pratik alanlarda
geliştirir. Ve giderek, gelişen üretim güçleriyle çelişen toplum biçiminin parçalanmasını
mutlaklaştıran birikimleri oluşturur.
Her toplum biçimi, kendine özgü bir kültür yapısına sahiptir. Her toplum biçimi, kendisini
değiştirecek ve yok edecek güçlerini yaratır. Ancak, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin
sürekli uyumunu sağlayabilecek toplum biçimi, kendi içinde gerekli değişimleri uygulayarak
varlığını sürdürebilir. Bu sınıfsız toplumdur.
Tarih, bugüne dek beş toplum biçimi tanımıştır. Bu toplum biçimleri şunlardır:
İlkel komünal toplum.
Köleci toplum.
Feodal toplum.
Kapitalist toplum.
Sosyalist toplum.
Her toplum biçimine özgü üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişmeler, belli bir
süre uzlaşır niteliktedir. Buna, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki uyum diyoruz.
Her toplum biçiminin belli bir aşamasında, gelişen üretim güçleriyle, bu gelişmeye artık
uyum gösteremez hale gelen üretim ilişkileri arasındaki çelişme giderek uzlaşmaz niteliğe
dönüşür. Düşüncenin ve sanatın gelişimi, ekonomik ve toplumsal gelişmenin önündeki
engellerin aşılması sürecinde, sınıflar arası mücadele açısından değerlendirilmelidir. Gelişen
güçlerin düşüncesi ve sanatı, sınıf mücadelesinin birer unsurları olarak kendi içlerinde
birbirleriyle ve kendi dışlarında sınıf düşmanı güçlerin düşünce ve sanatıyla savaşır.
İlkel komünal üretim ilişkileri, sınıflaşmayı doğuran üretim güçlerinin gelişimi sonucu
parçalanır. Yeni üretim güçlerine uygun düşen bir üretim biçimi oluşur. Bu, tarihin tanıdığı ilk
sınıflı toplum olan köleci toplumdur. Köleci toplum, ilkel komünal topluma göre, daha ileri ve
gerekli bir toplum biçimidir. Köleci toplumda, köle sahipleri ve köleler sınıfı, toplumsal
yaşamın temelidir. Köle sahipleri, kendi sınıf çıkarlarını korumak, ekonomik ve toplumsal
ilişkilerini düzenlemek için bir güce, bir iktidar gücüne gereksinme duyarlar. Bu güç,
sınıflaşma hareketiyle birlikte, adım adım, en ilkel biçimiyle de olsa kendini doğurmuş olan
devlettir. Devletin görevi, egemenlerin sınıf çıkarlarını korumak için yasalar çıkartmak,
kurallar koymak, yasaklar getirmek ve uyum göstermeyenleri, değişen oranlarda şu ya da
bu biçimde cezalandırmaktır. Devlet, sınıf baskısının ifadesi olan şiddeti ve şiddetin
organlarını gerekli hallerde işleten bir sınıf aygıtıdır. Sürekli ordu ve bürokrasi, devletin iki
ana unsurudur. Bu iki unsur, özünde şiddetin uygulayıcılarıdırlar. Şiddetin niteliğini, egemen
sınıfları tehdit eden eylem ve davranışların niteliği, egemen sınıfların güçlülüğünün ve
güçsüzlüğünün oranı, egemen sınıflara karşı koyan sınıfların güçlülüğünün ve güçsüzlüğünün
oranları belirler. En açık biçimiyle, egemen sınıfların şiddeti, gelecekleri konusundaki
güvensizliklerin, korkuların ve güçsüzlüklerinin ifadesidir. Bu, her toplum biçiminde, değişen
görünüm ve biçimlerde, öz itibariyle böyledir. Şiddet uygulayabilmek, bir açıdan da,
güçlülüğün ifadesidir. Bu güçlülük geçicidir.
Tarihi süreç içinde biçimlenmesini tamamlayan sınflaşma hareketiyle birlikte, düşünce, sanat
ve kültür de sınıf özelliklerini en ayırdedici biçimleriyle kazanırlar. Sınıflaşma berraklaştıkça
sınıf düşünceleri de berraklaşır. Çıkarları çelişen sınıfların düşünceleri de birbirleriyle çelişir.
Çelişmelerin derinleşmesi, egemenlerin şiddetini artırır. Sınıfsal yasaklar sınıflarla birlikte
adım adım ortaya çıkar. Yasak olgusu, egemen sınıfların ezilen sınıflara karşı kendilerini
korumak için getirdikleri, yasalarla beslenen, koruyucu ve gelişeni önleyici, değişik
nitelikteki şiddeti içeren önlemler bütünüdür.
Köleci toplumda köle sahiplerinin devleti, kölelerin düşüncesini ve sanatını; feodal toplumda
feodal beylerin devleti, serflerin, işçilerin; ve gelişen burjuvazinin devleti, işçilerin, köylülerin
ve geniş emekçi kitlelerin düşünceleri ve sanatı üzerinde baskı kurar. Emperyalist
burjuvazinin devleti, hem kendi halkı, hem de bütün dünyanın ezilen halkları ve milletleri
üzerinde, kendisinden daha güçsüz kapitalist ülkeler üzerinde baskı kurmak ister ve bu
doğrultuda ilişkilerini düzenler. Bizimki gibi yarı sömürge bir ülkede, burjuvazinin ve toprak
ağalarının devleti emperyalizme bağımlıdır. Baskısı, kendi çıkarlarıyla birlikte, emperyalizmin
çıkarlarını da korumayı amaçlar. Çünkü kendi varlığı ile emperyalizmin varlığı arasında
binlerce bağ vardır.
Sosyalist toplumda da, işçilerin köylülerin demokratik diktatörlüğü, burjuvazinin düşüncesini
ve sanatını baskı altında tutar. Sömürü düzenini yeniden hortlatmak isteyen her türlü
girişimi ezer.
Bu arada belirtilmesi gereken bir nokta da, kendini sosyalist gösteren, özünde revizyonizmin
iktidarda olduğu ülkelerdeki devletin durumudur. Oralarda da, revizyonist burjuvazinin
diktatörlüğü, geniş emekçi yığınlar üzerinde, her alanda baskısını uygular.
Anlaşılacağı gibi, yasak ve şiddet birbirini tamamlayan iki unsurdur. Bizim konu edindiğimiz
yasak, sırtını burjuvazinin ve toprak ağalarının yasal şiddetine dayayan gerici yasaktır.
Şiddete dayanmayan yasak geçerli bir yasak değildir. İster burjuva, isterse proleter
karakterde olsun bu böyledir. Toplumsal, düşünsel, sanatsal, siyasal vb. her eylem,
egemenlere getirdiği ve getirebileceği zararlar ölçüsünde şiddeti içeren bir yasakla karşılaşır.
Yasağa uyulmaması halinde, eylemin niteliğine göre, şiddet şu ya da bu biçimleriyle kendini
gösterir. Yasağı ve şiddeti birlikte ele almak gerektiği için, yasaklara karşı direnirken ve
yasakları aşmaya, geçersiz kılmaya yönelirken, yasaklara tekabül eden şiddeti de göze
almak gerekir. Yasağın ardındaki şiddet göze alınmadan, şiddetin tahribatına karşı hazırlıklı
olunmadan yasaklar aşılamaz. Şiddeti göze alan, gerekli disiplin, bilinç ve örgütlenme
hazırlıklarını da yapmak zorundadır. Şiddeti göze alan, yasağı şu ya da bu oranda geçersiz
kılar. Ya da şiddeti göze alamayan yasak karşısında boyun eğer, teslim olur. Bugün belli
demokratik ve siyasi haklar kazanılmışsa, bu, binlerce demokrasi savaşçısının çeşitli
baskıları göğüslemesi, işkenceleri yiğitçe aşmasının sonucudur. Kazanılmış her mevzide kan
ve acı vardır. Ve bir bütün olarak gelişen sınıf güçleri, başta proletarya olmak üzere,
bugünkü demokratik ve siyasi hakların yaratıcılarıdır.
Yasağın bir biçimi olan sansürü ele alalım. Sansür nedir? Kabaca ele alırsak sansür, bir
eleme, ayıklama, budama hareketidir ve düşünceyi, düşüncenin somutlaşmış hali olan sanat
eserlerini, özellikle de sinema sanatını, egemen sınıfların kabul edebileceği bir hale
getirmekle yükümlüdür. Yani egemen sınıflar için sinema sanatını zararsız hale getirmektir.
Yasaklar ve sansür iç içedir. Sansür yasağın özel bir uygulanış biçimidir. Fakat topyekün
yasağı ifade etmez. Kısmi yasak sayılır. Ancak sansür, yani kısmi yasak, bir sanat ürünü
karşısında çaresiz kalırsa yasağa başvurur.
Örneklerle açıklayalım: Sansür, bir filmin belli bölümlerini sakıncalı görür, o bölümleri keser.
Yani sadece belli bölümlerin, sakıncalı bölümlerin gösterilmesini yasaklar. Kesme ve budama
işlemi filmi egemenler için zararsız hale getirebilirse, orada sergilenen şeyler egemenler için
kabul edilebilir duruma getirilebilirse, film, kuşa dönmüş biçimiyle de olsa sansürden çıkar.
Kesme ve budama işlemi yetersiz kalırsa, yapılacak iş, filmi toptan yasaklamaktır.
Burada önemli olan nokta, anlamıyla yasakların önünde eğilmemek olmakla birlikte,
kimi zaman bilinçli bir tutumla yasalarla sınırlanmış yasak duvarları arkasında da, hedefi
yasağı parçalamak olan birikimlerin yaratılması için her alanda çalışmanın gerektiğidir. Yani
tek başına şiddeti hiçe sayarak, yasağı çiğneyerek çalışmak ya da tek başına yasaklara rıza
gösterip, yasal sınırlar içinde boğulmak yanlış olur. Yasal sınırlar içinde çalışmak, özünde
yasakları parçalayacak birikimlerin yaratılmasına hizmet ettiği müddetce olumlu ve
gereklidir; vazgeçilmezdir. Yasal sınırlar, aslında mücadeleye kazanılmış alanlardır ve bu
alanlarda çalışmayı reddetmek, küçümsemek, bu olanakları son kertesine kadar
kullanmamak solculuktur, kesinlikle yanlıştır. Böylesine bir tavır, geçmişin mücadelesini
hiçe saymaktır, geçmişin olumlu miraslarına sahip çıkmamaktır.
Çelişme, şeylerin doğasında varolan evrensel bir şeydir. Her şey, zıtların mücadelesini ve
birliğini içerir. Çelişmelerin temel yasası budur. Yasak ve yasağa karşı mücadele, özünde
sınıf mücadelesi demektir. Sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi evrensel ve mutlaktır. Sınıflı
toplumlarda sınıflar bütün olanakları ve çeşitli nitelikteki mücadele organlarıyla karşı karşıya
gelirler. Ve hayatın her alanında, hiç durmaksızın savaşırlar. Sanat ve düşünce alanları da,
sınıfsal savaş alanlarının ayrılmaz bir parçasıdır.
Ülkemizde, emekçi kitlelerin ekonomik, demokratik, toplumsal ve siyasal taleplerini içeren
mücadeleleri çeşitli nitelikte resmi ve resmi olmayan gerici baskılarla ezilmek, engellenmek
istenmektedir. Emekçi yığınların mücadelesine omuz veren, bu mücadelenin ürünü ilerici,
devrimci, kültür, sanat ve düşünce akımları da, kuşkusuz gerici baskılarla karşılaşacak,
engellenmek istenecektir. İşte sansür, sınıf mücadelesinin egemen sınıflar safında görev
yapan bir kurum olarak özünde faşist bir baskı ve yıldırma aracıdır.
Sansür ve yasaklarla aramızdaki çelişme, sınıfsal bir çelişmedir. Bu çelişme, emperyalizme
bağımlı işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının siyasi iktidarı ile emekçi halk yığınları
arasındaki çelişmenin, ilerici ve devrimci sanat ile devletin gerici faşist yöntem ve araçları
arasındaki çelişmenin, sinema planına yansıyan biçimidir. Sansürün niteliğini değiştirmek ve
emekçiler çıkarına giderek ortadan kaldırmak, sansürün bir devlet organı olması hesabıyla,
ancak devletin niteliğinin değiştirilmesiyle mümkündür. Sansürün gittikçe ağırlaşması,
aslında gerici burjuva ve toprak ağaları devletinin, anti demokratik burjuva diktatörlüğünün,
faşist diktatörlük devleti biçimine dönüştürülmesi çabalarını ifade eder. Bu, kazanılmış
birtakım hakların gaspedilmesidir. Devletin niteliğini değiştirmeden, devletin niteliğine
dokunmadan, tek başına sansürü değiştirmeyi düşünmek, bu konuda hayaller yaymak
aptallığın ötesinde halkı aldatmaktır. En kanlı faşist diktatörlüklerde bile, ne denli zor olursa
olsun, yasadışı mücadelenin yanı sıra kuşa döndürülmüş biçimiyle de olsa yasal olanaklardan
yararlanmak ve gaspedilmiş hakları geri almak için mücadele edilmelidir. Bu mücadele,
faşizmin temellerini yıkmak için gerekli birikimler yaratır. Fakat devlet yetkililerinden bu
konuda şefaat beklemek, onların iyi niyet gösterilerine aldanmak yanlış olur. Bu nedenle
sansüre karşı mücadele ile anti demokratik gerici burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele
birleştirilmelidir. Anti demokratik burjuva diktatörlüğüne karşı mücadele veren sınıf güçleri
arasına bizzat katılmadan sansüre karşı başarı elde edilemez.
Sonuçta düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Düşünce, insan iradesinden bağımsız doğal ve
toplumsal çelişmelerin ürünüdür. Doğainsan, topluminsan, sınıfsınıf ilişkileri varoldukça,
bu ilişkilerden kaynaklanan çelişmeler, bu çelişmelerin ürünü olan düşünceler de var
olacaktır. Önlemlerle, baskılarla çelişmeler engellenemeyeceğine, yok edilemeyeceğine göre,
düşünceler ve düşüncelerin gelişmeleri de engellenemezler. Gelişen üretim güçleri,
gelişmelerinin önünde bir engel olan üretim ilişkilerini parçalayacaktır. Buna bağlı olarak,
gelişen üretim güçlerine tekabul eden düşünceler ve sanat eylemleri de önlerindeki yasak
duvarlarını parçalayacaktır. Parçalama işlemi, ileri ve devrimci düşüncelerin kitleleri örgütlü
olarak harekete geçirmesiyle, onları, maddi bir güç haline dönüştürmesiyle mümkündür. Bu
nedenle, devrimci düşünce, doğası gereği, çeşitli araçlarla kitlelere ulaşma tarihi görevini
yerine getirirken yasak tanımaz. Yasağı ilke olarak kabul etmek, ona uymak, teslimiyettir.
Yasağa rıza gösteren kişiler olabilir; bu, gelişen düşüncenin yasağı tanıması ve önünde
eğilmesi anlamına gelmez. Bu, kişilerin sınıf niteliklerinden, bilinç düzeylerinden, deney
eksikliklerinden gelen kişisel zaaftır. Devrimci düşünce zaafla uzlaşmaz, zaafın niteliğini
kavrar, onunla mücadele eder. Geçici bir süre, yasak sınırları içinde yasal eylemini bilinçle
sürdürebilir, fakat kendini taşıyacak, koruyacak ve geliştirecek insan unsurunu yaratarak,
kitlelere malolarak engelleri aşar. Yasaklar, ancak çiğnenerek aşılabilir. Bugüne dek de böyle
olmuştur.
Devrimci düşüncenin ve sanatın yasak karşısındaki tavrı, teslimiyetçi değil, çiğnemek
biçiminde olmalıdır. Akar su yolunu bulur. Önündeki engelleri aşar, dağları deler, denize
ulaşır.
Devrimci sanat ve düşüncenin yasak karşısındaki doğal tavrı budur.
1 Eylül 1977de kaleme alınan bu yazı, Güneyin 5. sayısında yayınlandı.
EN TEHLİKELİ OPORTÜNİZM KALESİ: AYDINLIK
Sevgili arkadaşlar,
Erkan Yücel, Osman Şahin ve Nezih Coştan, ortak yazdıkları bir mektup aldım.
Düşüncelerimi bilmenizde yarar görüyorum.
Diyorlar ki:
Sana ortak bir mektup yazmak istememizin nedeni, çıkarmayı düşündüğün (dikkat edin,
çıkarmayı düşündüğünüz değil de, çıkarmayı düşündüğün) Güney Sanat dergisi hakkındaki
görüşlerimizi belirtmek ve yeni çıkacak günlük Aydınlık gazetesinin sanat sayfası hakkında
sana bilgi vermek.
Görüşleri de şu:
Güneyin hazırlanması için şimdiye kadar yapılan çalışmaları aşağı yukarı izledik sayılır. Bu
konudaki görüşlerimiz ise pek olumlu değil. Her şeyden önce Güneyin belirlenmiş bir siyasi
çizgisi olmadığını gördük. Böyle bir derginin neden, hangi ihtiyaçtan dolayı çıkarılmak
istenebileceğini aramızda tartıştık.
Neyi tartışıyorlar? Şunu:
Gerçekten de bir süredir proleter devrimci mücadeleye sanat alanında katkıda
bulunabilecek bir dergi ya da gazete yayınının gereği vardı. Özellikle revizyonistburjuva
sanat ürünlerinin sosyalist maskesiyle halka yutturulmasıyla mücadele büyük önem
taşıyordu. Türkiyede devrimci sanatı geliştirmek, revizyonist sanat ve kültürle mücadele
etmek, üçüncü dünya sanatını tanıtmak, revizyonist olmayan yurtsever ve demokrat
yazarları ilkeli bir şekilde dergi çevresinde toplamak çok çok önem taşıyordu. Böyle bir
derginin iki süper devlete, revizyonizme, oportünizme ve maceracılığa karşı verilen kararlı
mücadeleyi sanat alanında bütünleştirmesi vazgeçilmez bir şarttı. Biz devrimci bir sanat
dergisini böyle düşünüyorduk. Bugün ise, Güneyın bu ihtiyacı karşılayacak bir dergi
olmayacağı bizce kesin görülüyor. Güney, bize, umudunu, savunacağı kararlı siyasi çizgiye
değil, senin ününe ve ismine bağlamış kuru bir derleme dergisi gibi görünüyor.
Ve soruyorlar:
Tek başına böyle bir serüvene hangi amaçla atılmış olabileceğini de birbirimize sorup
duruyoruz. Bugün en başta, sanatı siyasetten kopuk, bağımsız bir şey olarak gören burjuva
anlayışıyla mücadele etmemiz gerekmez mi? Tam bunu kıralım derken devrim isteyen
Yılmaz Güneyin bu tür bir girişime tek başına atıldığını görüyoruz.
Eleştirilerini özetleyelim.
1. Güney, belli bir siyasi hedefi olmayan, siyasi çizgisi belli olmayan, bir adamın tek başına
atıldığı bir serüven dergisidir. Umudunu kararlı bir siyasi çizgiye değil Yılmaz Güneyin
ününe ve ismine bağlamış kuru bir derleme dergisidir.
2. Güney, sanat ve kültür alanında Türkiye devriminin ihtiyaçlarına karşılık veremeyecektir.
3. Güney, sanatı siyasetten kopuk görmektedir.
Eleştirileri bu noktalarda toplanmaktadır. İstek ve önerileri şu:
Biz sanat konusuna kafa yoran kişiler olarak seni de Aydınlık çevresi içinde görmek
istiyoruz. Yazılarının ayrı bir dergide ya da başka gazetelerde yayınlanması yerine, günlük
devrimci Aydınlık gazetesinde değerlendirilmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu
tür bir çalışmanın hem devrimci sanatçıların birliğine, hem de olarak Türkiye
devrimine daha yararlı olacağına inanıyoruz.
İşte sorunun özü, mektuplarının asıl amacı, eleştirilerinin, suçlamalarının gerçek nedeni
budur.
Ne istiyorlar?
1. Güney çıkartılmamalıdır.
2. Yılmaz Güney ayrı bir dergide değil, Aydınlık saflarında olmalı ve Aydınlık gazetesinde
yazmalıdır.
Ben bu çağrıya hayır cevabını veriyorum. Çünkü ben Aydınlık hareketini, Türkiye
devrimine zararlı, Türkiye devriminin yolunda bir engel, proleter devrimcilerin birliği önünde
bir engel, proletarya partisinin önünde bir engel olarak görüyorum. Aydınlık, ülkemizde en
tehlikeli oportünizm kalesi, sığınağıdır.
(Bu konularda farklı düşündüğümüzü sanıyorum. Taner arkadaş, Aydınlık siyasetinin
kendisine doğru geldiğini, kendisine yakın bulduğunu, fakat önderliğin burjuva olduğunu
söylemişti. Bu değerlendirme yanlıştır, anti Leninisttir. Bir siyasi hareketin önderliği hem
burjuvaların elinde olacak, hem de burjuvalar doğru proleter devrimci siyaseti uygulayacak
ve geliştirecekler. Bu mümkün değildir.)
Yukarıda, bu arkadaşların, devrimci bir sanat dergisinin siyasi temeli sayabileceğimiz
düşüncelerini aktarmıştık.
Neler diyor (idi) arkadaşlar?
1. Proleter devrimci mücadeleye sanat alanında katkıda bulunacak bir dergi ya da yayının
gereği var (idi).
2. Özellikle revizyonistburjuva sanat ürünlerinin sosyalist maskesiyle halka yutturulmasıyla
mücadele büyük önem taşıyor (idi).
3. Türkiyede devrimci sanatı geliştirmek, revizyonist sanat ve kültürle mücadele etmek,
üçüncü dünya sanatını tanıtmak, revizyonist olmayan yurtsever ve demokrat yazarları ilkeli
bir şekilde dergi çevresinde toplamak çok önem taşıyor (idi.).
4. İki süper devlete, revizyonizme, oportünizme ve maceracılığa karşı verilen kararlı
mücadelenin sanat alanında da sürdürülmesi şart (idi).
Biz, bu idilerin üzerinde durmak zorundayız. Gerekli gördükleri bu mücadele görevlerinin
(idi) olmasının sebebi hikmeti nedir? Nedeni açıktır: Aydınlık gazetesi çıkıyor. Güneyin bu
ihtiyacı karşılayacak bir dergi olmadığı bizce kesin görülüyor. Neden? Çünkü bu ihtiyacı
ancak ve ancak günlük Aydınlık gazetesinin sanat sayfası başarabilir.
İşte arkadaşların mantığı budur. Kendileri bu görevi yerine getirecekleri için, kendi dışlarında
kimsenin mücadele etmesine gerek yoktur. Bizim ve bizim gibilerin yapacağı tek şey,
Aydınlık saflarına katılmak olmalıdır. Katılmayı reddediyorsanız, oportünist damgasından
tutun da karşı devrimci damgasına dek, çeşitli damgaları yersiniz. Bu arkadaşlar için
Aydınlık Türkiye devrimci hareketinin yöneticisi ve yönlendirici merkezidir; ve en tutarlı, en
doğru proleter siyaset, (kültür, sanat alanları da içinde) kendilerinin izlediği siyasettir. Bu
nedenle, kendi dışındaki unsurlara tepeden bakmak, onlara bir ağabeyi tavrıyla yaklaşmak,
bilgiçlik taslamak alışkanlıkları haline gelmiştir. Kendi dışlarındaki devrimcileri Aydınlıka
takınılan tavra göre belirleme durumundadırlar
Bizim cevabımız açıktır:
1. Proleter devrimci mücadeleye sanat alanında hizmet edecek, proletarya partisinin
oluşmasına ve inşası görevlerine katkıda bulunacak bir kültürsanat dergisine ihtiyaç vardır.
2. Önümüzdeki devrim, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek Demokratik Halk
Devrimidir. Başta proletarya olmak üzere, DHDye katılabilecek bütün sınıf ve tabakaların
aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını, ayrıca hangi sınıftan, hangi ulustan olursa olsun
DHDye hizmet etmek isteyen, yazar ve aydınları, sanatçıları ilkeli bir biçimde dergi
çevresinde toplamak, onlarla dayanışma kurmak, onların yalnızca sanatsal çabalarıyla değil,
aynı zamanda toplumsal ilişkileriyle de DHDye hizmet etmelerini sağlamak enerjilerini en
yararlı biçimde, edebiyat, sinema, müzik, tiyatro vb. alanlarda (kolektif ve bireysel)
değerlendirmek ve en geniş kitlelere ulaşmalarının yolunu açmak derginin başta gelen
görevidir.
3. Dergi, emperyalizme, sosyal emperyalizme, uluslararası gericiliğin şu ya da bu biçimine
karşı, dünya halklarıyla birlikte mücadele etmeyi görev sayarken, özellikle iki süper devleti
dünya halklarının baş düşmanı olarak görür. Bu noktadan hareketle, ABD ve Sovyetler Birliği
halkları da dahil olmak üzere, bütün dünya halklarının devrimci sanatına ilgi duyarken,
özellikle proletarya diktatörlüğü altındaki sosyalist ülkelerin ve Asya, Afrika, Latin
Amerikanın ezilen halklarının sanatını birinci derecede tanıtmayı başta gelen amacı bilir.
Ayrıca, dünya proleter sosyalist hareketinin ürünü olan sanat eserlerini ve sanatçılarını
halkımıza tanıtmak, onların geniş kitlelere ulaşmalarını sağlamak görevimizdir. Kapitalizmin
yeniden kurulduğu eski sosyalist ülkelerin devrimci geçmişlerine ve geçimişin devrimci
ürünlerine saygıyla sahip çıkarız.
4. Konumuz gereği, çeşitli sınıf ve tabakalarla, çeşitli siyaset ve ideolojilerin etkisi altında
bulunan, hatta bize karşı olan siyaset ve ideolojileri savunan unsurlarla bağlarımız vardır. Bu
nedenle, Türkiyede devrimci sanatı geliştirmek, ancak, faşizmin, revizyonizmin,
oportünizmin, reformizmin, şovenizmin, her türlü gericiliğin ve feodal düşüncelerin kültür
sanat alanındaki uzantıları üzerine yürümekle, onların maddi köklerini yok edebilecek
siyasetin öncülüğüne kavuşmakla mümkündür. Mücadelemiz, sadece revizyonizme,
oportünizme, maceracılığa karşı olmakla sınırlı olamaz.
5. Özelikle, ezilen Kürt ulusu ve diğer azınlık milliyetler ve halkların sanatının tanıtılmasına
önem verilmelidir.
6. Dergi, kitlelerle daha sıkı bağlar kurmak için, kitlelerin eleştirici soluğunu üzerinde
duyabilmek için, gece, toplantı, yürüyüş, açık oturum, seminer vb. gösterilerin
düzenlenmesinde, kendi sınırlarını taşmayacak biçimde çalışmalar yürütülmelidir.
7. Dergi, içten eleştirilere sayfalarını açmalı, okuyucu mektuplarını değerlendirmeli, güdümlü
eleştiri ve mektuplara karşı uyanık olmalıdır.
8. Dergi, kitle eğitiminde, sanat ve kültür görevlerinin daha iyi anlaşılması için, bilimsel
yazılara ve yayınlara yer vermelidir. Ayrıca, roman, hikaye, şiir, senaryo yarışmaları
düzenleyerek kitlelerin sanatsal ve kültürel hareketini teşvik etmelidir.
Bu görevler bizim için (idi) değildir. Dergimiz bu görevleri yerine getirmek için çalışacaktır ve
bu doğrultuda eksiklerini gidermek için çaba harcayacaktır
Gözlerinizden öperim
Aydınlık Gazetesi sorumlularının Yılmaz Güneye gönderdikleri bir mektup konusundaki
düşüncelerini içeren ve Güney çalışanlarına hitaben 7 Ocak 1978 tarihinde yazılan mektup,
Temmuz 1978de Güneyde yayınlandı.
| Üye İmzalarını Görmek İçin Buraya Tıklayarak Kayıt Olabilirsiniz. |
Bu mesaj en son ” 07052008 ” tarihinde saat 10:19 PM itibariyle keyakser tarafından düzenlenmiştir….
keyakser is offline
Digg this Post!Add Post to del.icio.usBookmark Post in TechnoratiFurl this Post!Share on Facebook
Eski 06052008, 02:09 PM #2 (permalink)
keyakser
Giriş Tarihi: Feb 2006
Konum: antiakp.
Mesaj: 1,584
Üye No: 421
Cinsiyeti : Bay
İtibar Gücü: 26115
Rep Puanı : 2610750
Rep Derecesi
keyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond reputekeyakser has a reputation beyond repute
Varsayılan
İÇTEN ÇÜRÜK OLAN HİÇBİR ŞEY DIŞA KARŞI
BAŞARILI OLAMAZ
Sevgili arkadaşlarım,
Devrimci mücadele, binbir alanda, kökleri toplumsalideolojik ve siyasi anlamda çok
derinlere varan binbir başlı bir ejderle sürdürülen zorlu ve uzun vadeli bir savaştır. Birey
olarak, grup olarak, parti olarak, binbir başlı canavarın şu ya da bu biçimdeki etkilerinin,
alışkanlıklarının, eğilimlerinin baskısı altındayız. İnsan bilinci, varlıklarını kendi iradesinden
bağımsız sürdüren nesnel koşullarca belirlenir. Üretim faaliyetleri, sınıf ilişkileri, bu nesnel
süreç içerisinde yerlerini alırlar. Bütün yüreğimizle devrim istememize karşın devrim
yapamıyorsak, bunun nedeni, nesnel koşullara cevap verecek uygunlukta ve bu koşulları
geliştirip hızlandırmada rol oynayacak öznel koşulların yetersizliği ve devrimci inisiyatifin,
yeterli devrimci kadroların yokluğudur. Çünkü emperyalizm ve proletarya devrimleri
çağında, olarak bütün dünyada, özellikle de ülkemizde devrimin nesnel koşulları
vardır.
Öznel koşulların yaratılmasına katkıda bulunabilecek ve hatta kitlelerin devrimci saflarda
toparlanmasında çok büyük bir rol oynayacağına inandığım siyasi bir yayın organı için,
yaklaşık üç yıldır çırpınmaktaydım. Ne yazık ki, çevremi saran bir yanda faşist, gerici, öte
yanda da, oportünist, revizyonist, reformist çemberi, içinde bulunduğum nesnel koşullar
nedeniyle kıramadım. Gücüm yetmedi buna. Birtakım bağımlılıklar, özellikle de Güney
Filmin oportünist, revizyonist yöneticileri elimi kolumu bağladılar. Gazete ve dergi
konusunda çeşitli engeller çıkardılar. Siyasetle uğraşmamam için, sanat alanının dar sınırları
içinde kalmam için, ellerinden geleni yaptılar. Çünkü onlar, arayış içinde yenileşen Yılmaz
Güneyden korkuyorlardı. Onlara göre ben Lenin olmak istiyordum; oysa ben Lenin değil
Maksim Gorki olabilirmişim. Gerçekte ise ben ne Lenin olma, ne de Maksim Gorki olma
heveslisi değildim. Çünkü Lenin, Maksim Gorki, yaşadıkları tarihi dönemin nesnel
koşullarının yarattığı devlerdir. Onların mücadelelerini öğrenmek, onların deneylerini ve
miraslarını kendimize yol gösterici almak, onları birer öğretmen olarak tanımak başkadır,
bizzat Lenin olmak, Maksim Gorki olmak istemek başkadır. Şu bir gerçektir ki, her ülkenin
bir Lenini olacaktır. Ama bu Lenin o Lenin değildir. Bir ırmakta nasıl iki kez yıkanmak
mümkün değilse bir dünyada da iki Lenin, üç Mao, dört Dimitrov olamaz. Ama onların
deneyimlerini ve mücadelelerini, ideoloji ve teorilerini özümleyen, kendi ülkelerinin somut
gerçeğiyle birleştiren, kitleleri etkileyip kucaklayan liderler mutlaka yaratılacaktır. Devrimci
mücadele içinde bulunan her insanın da böyle bir sevdası olmalıdır, olması gerekir. Ben bu
anlamda bir Lenin olmak isteyebilirim; bundan doğal bir şey de olamaz.
Bir kişinin, grubun, partinin ya da küçük olsun, büyük olsun, herhangi bir siyasi hareketin,
ciddiye alınmasının temel ölçütlerinden biri, hataları karşısında takındığı tutumdur.
Hatalarına cesaretle sahip çıkan, hatalarının kaynağını içtenlikle araştıran hareketler,
gelişmelerinin önündeki engelleri tek tek açığa çıkartırlar ve hayatın çeşitli zorluklarını adım
adım yenerek en geniş kitlelerle devrimci bir biçimde birleşirler. Onları kitlelerle birleşmeye
götüren önemli noktalardan biri, kitleler karşısında özeleştiri yapmaktan kaçınmamaları ve
hatalarını kaynaklarıyla birlikte kabul etmeleri ve hatalarını yok etmede içten
davranmalarıdır. Sağlıklı bir ideoloji ve teori temelinin inşasında bu, ilk adımdır. Özeleştiriye
yol gösterecek bir siyaset ve doğru bir ideoloji yoksa, özeleştirinin hedefini bulamayacağı
konusu ise ayrı bir sorundur.
Ben içinden geldiğim sınıf ve üretim faaliyetlerinden ötürü, çeşitli nitelikte zaaflar taşıyan bir
adamım. Geçmişimde, siyasi sınıf bilinç yetersizliğim nedeniyle, bilimsel sosyalizme ters
düşen görüşlerim, tavır ve davranışlarım olmuştur. O zamanlar da bu olumsuzlukların
bilincindeydim. Fakat neyi nasıl yapacağımı bir türlü bilemiyordum. Özellikle Selimiye,
aklımın başına gelmesinde önemli bir yer tutar. Selimiyenin dar olanakları içinde bile olsa,
olumsuzluklarımın kökünü kurutmak için, kendi içimde amansız bir sınıf mücadelesi vermeye
koyuldum. Yine biliyordum ki, devrimden önce, sosyalist bir bilinç ve ahlaka tam anlamıyla,
arı bir biçimde sahip olmak mümkün değildi. Çünkü gerçek anlamda sosyalist bilinç ve
ahlaka sahip olmak için bizzat sosyalist üretim ilişkileri içinde olmak ve bu ilişkilerin özüne
inanmak gerekir. Bu konuda özel bir çaba bile gerekir Sınıflar var oldukça, onların
kalıntıları var oldukça, o kalıntılara tekabül eden anlayışlar da varlığını sürdürecektir.
Uzun ve titiz çalışmalarım sonunda, Yılmaz Güneyi bir bütün olarak, olumlu ve olumsuz
yönleriyle ele alıp değerlendirdiğimde, olumlu yönlerinin ağır bastığını ve gelişen yönün
bilimsel sosyalizmden yana olduğunu gördüm.
Özellikle Selimiyenin son günlerinde ve Selimiye sonrası, Ankara cezaevinde olsun, Kayseri
cezaevinde olsun, halkıma nasıl daha çok yararlı olacağım konularında titiz bir arayışa
yöneldim. Ve kendime dedim ki: Gerçeğe uygun olmayan temeller üzerine kurulu olan her
şey, gerçeğin ateşi karşısında erir, yıkılır. Hayatındaki yalanları, zaafları, o yalanlara ve
zaaflara tekabül eden bütün ilişkileri, nesnel koşulların elverdiği oranda temizle. Yalnız
kalmaktan korkma. Gerçek seni güçlendirecektir.
Zaaflarım üzerinde bu denli titizlikle durmamın nedeni şuydu: Dışa karşı mücadelenin temel
koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır. İçten çürük, tutarsız ve zaaflarla dolu olan hiçbir
şey dışa karşı başarılı olamaz. Bu nedenle, toplumsalsiyasal mücadele, kişi, grup ve parti
kendi içinde sınıf mücadelesini esas almalıdır. Ben de, bu doğru ilkeyi kendi alanımda
gerçekleştirmeye çalışıyorum. Çeşitli hatalar yapmış bir insan olarak, bir zamanlar
oportünist, revizyonist, reformist görüşlerden etkilenen, bir yığın burjuva pisliklerle iç içe
olan ve hâlâ da bu olumsuzluklardan tam anlamıyla kurtulamamış bir insan olarak,
hatalardan arınmanın, ancak ve ancak sınıf mücadelesinin ilkelerine sarılarak,
eleştiriözeleştiri süzgecinden geçilerek mümkün olacağına inanıyorum. Örneğin
revizyonizmle uzlaşma eğilimleri taşıyorsa bir devrimci, bu, içindeki revizyonist yanla,
dıştaki revizyonist kutupların birbirini çekmesi, birbirine yakınlaşması demektir.
Revizyonizmle uzlaşma, süper benzinle çalışan bir arabanın deposuna gaz ya da mazot
doldurmaya benzer. Bu bileşimde bir akaryakıta sahip araba yürüyemez, yürüse bile yolda
kalır; hedefine ulaşamaz.
Bu olumsuz yanlarım, Güney Filmdeki arkadaşlarla ilişkilerime de yansıdı. Kendine proleter
devrimci diyenlerin sekter ve yanlış tutumları ve özellikle de cezaevi koşullarının etkisiyle,
onların, yani Güney Filmdeki arkadaşların zaaflarıyla ve yanlış tutumlarıyla uzlaşmak
zorunda kaldım. Başka çarem de yoktu. Bu nedenle Güney Film, sinema alanında bile
kendine düşen görevleri tam anlamıyla yerine getiremedi. İç tutarlılığını sağlayamadı. Ben
başka şeyler düşünüyordum, onlar başka. Benim niyetlerim başkaydı, onların başka. Ne
zaman patlayacağı belli olmayan lastikle, bol dönemeçli, inişli çıkışlı dağ yolları aşılamazdı.
Bu siyaset ve kadroyla yarı yolda kalmamız, dağılmamız kaçınılmazdı. Güney Film yamalı bir
bohça olmaktan kurtarılamadı; olumlu ve gelişen yanlarımla, oradaki arkadaşlar arasında
bağ sağlanamadı. Onlar gerileyeni ve çökeni temsil ediyorlardı Güney Filme egemen
olmaları, Güney Filmin de gerileyeni ve çökeni temsil etmesini getirdi. Oysa ben, gelişeni ve
yeniyi temsil ediyordum, ama üzerlerinde etkinliğim yoktu. Adım ordaydı, fakat
düşüncelerim uygulanamıyordu ve düşüncelerimi uygulayacak kadrolarımız yoktu. Bu
konuda, tayin edici hata benim olmakla birlikte, bütün hataları yüklenmemin gereksiz bir
alçakgönüllülük olacağı açıktır.
Çeşitli zamanlarda, çeşitli siyasetlere bağlı, kendilerine proleter devrimci diyen
arkadaşlarla Güney Filmle aramdaki çelişmeleri konuştum. Onlara en açık biçimiyle
durumları anlattım. Bana yardım etmelerini istedim. Onlar, beni daha da yalnız bıraktılar.
Güney Filmle benim aramdaki çelişmenin, kişisel bir çelişme değil, MarksizmLeninizm ile
revizyonizm ve her türden oportünizm arasındaki çelişme olduğunu görmediler. Ve hatta, bir
kısmı benim bu çelişmeler içinde boğlup, kendi gruplarına katılacağımı bile hayal ettiler. Ve o
sıralar benimle birlikte olmayı düşünen bir arkadaşı etkileyip yanımdan çektiler ve kendi
siyasetlerinin bir unsuru yaptılar. O arkadaş şimdi nerdedir, hangi siyasi çalkantı içindedir
bilemiyorum. Çünkü korkak ve kararsızlar, kendine güvenemeyenler, cereyanları
göğüslemeyi göze alamayanlar devrime yararlı olamazlar ve kararlı bir çizgi izleyemezler.
Güney Filmdeki arkadaşlarla, düşündüğüm nitelikte siyasi bir gazetenin çıkartılması
koşullarının kesinlikle ortadan kalktığı bir dönemde, en azından proleter devrimci eğilimlere
sahip siyasetlerle ortaklaşa bir kültürsanat ve siyaset dergisi düşündüm. Bu, ham bir
hayaldi. Aslında olmayacak bir şeydi. Fakat, mutlaka denenmesi gereken bir şeydi.
HKHBHY (Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Yolu) ve Kürt MarksistLeninistlerinin bu
konuda neler düşündüklerini öğrenmek istedim. Haber gönderdim. Bu konuyla ilgilenmeyi
HYden, L. A. adlı bir arkadaş üstüne aldı. Olumlu bir sonuç alamadık. HKdan bazı
arkadaşlarla konuştum sonra. Onlar soruna, yanlış bir biçimde, sadece HK perspektifinden
bakıyorlardı. HKnin birlik anlayışı bellidir diyorlardı. Oysa ben HK siyaseti temelinde bir
dergi düşünmüyordum. Böyle bir düşüncem olsaydı HK siyasetini siyasetime uygun
görseydim, hiç çekinmeden o saflara katılırdım.
Bu arkadaşlarla, düşündüğü en azından düşündüğüme yakın bir dergi çıkarma olanakları da
ortadan kalkınca, ben yine Güney Filmdeki arkadaşlara yaklaşmak, onlardan yardım
istemek zorunda kaldım. Onlar, bir kültür sanat ve siyaset dergisinden bile ürküyorlardı.
Dergi çıkarmanın koşulları yok diyorlardı. Sonunda, dergi çıkartılmadığı takdirde, birlikte
yürüyemeyeceğimiz, yani Güney Filmin oportünistrevizyonist çatısı altında bile birlikte
olamayacağımız anlaşılınca, bunlar göstermelik bile olsa bir dergi çıkartmaya razı oldular.
Bunların düşündüğü dergi haftalıktı. Bir çeşit magazin dergisiydi. Oysa benim düşüncelerim
ile onların düşünceleri temelden çelişiyordu. Onlar başlangıçta 4050 bin basacaklardı,
ilanlarla, reklamlarla ortalığı birbirine katacaklardı. Adım yine bir ticaret aracı olarak
kullanılacaktı. Oysa ben, başlangıçta zayıf bile olsa, giderek güçlenecek aylık bir dergi
düşünüyordum. Başarılı olunursa, kitlelerle bağları gelişirse, haftalığa ve en sonunda günlük
bir gazeteye dönüşebilirdi. Aramızdaki çelişmeler, devrimlekarşı devrim arasındaki bir
çelişme niteliğine bürünmeye doğru hızla ilerliyordu. İşte bu noktada, derginin çıkartılması
görev ve sorumluluklarını yüklenecek arkadaşların seçiminde, Güney Filmin büyük şefi son
rolünü oynadı. Öyle arkadaşlar seçti ki, bu arkadaşlarla belli bir noktadan sonra birlikte
yürümemiz mümkün değildi. Pratikte bir yığın ayrılıklar çıkacaktı karşımıza; bir bataktan
çıkıp başka bir batağa düşecektim. Bana diyordu ki, bunlardan başka sana yardım edecek
kimse yok. Öylesine zor koşullar altındaydım ki, öylesine yanlız bırakılmıştım ki, denize
düşen yılana sarılır örneği, kabul ettim. Dergi mutlaka çıkmalıydı. Yanlış yunluş da olsa
çıkmalıydı. Dergi bir süre sallanacak, çeşitli saldırılara uğrayacak, benden bir yığın şey
götürecek, fakat sonunda mutlaka rayına oturacaktı. Mutlaka düzeltecektim işleri. Bana
yardım edebilecek arkadaşlar bulacaktım. Düşüncelerim açıklandıkça, çevremizde
toparlanacak arkadaşlar çıkacaktı. Böyle düşünüyordum.
Derginin sorumluluğunu yüklenen arkadaşlardan biri, derginin daha birinci sayısının
çıkartılması sırasında, en zor günlerimizde, derginin gecikmesine de neden olarak, bizi
yüzüstü bırakıp Aydınlık saflarına katıldı; ki ben onların gideceği yerin kaçınılmaz olarak
Aydınlık oportünizmi olacağını biliyordum. Bu noktada bir mektup da yazmıştım. Fakat,
mektubu verdiğim arkadaş, bu düşüncelerimin onlarca o koşullarda bilinmesinin yararlı
olmayacağını söyledi. O arkadaşlarla ayrılığımız kaçınılmazdı. Fakat üç adım sonra
ayrılacağımızı bile bile onlarla birlikte yürümeye çalışmak zorundaydım. Çünkü kendilerini
proleter devrimci ilan eden siyasetler bana ve çıkartmayı düşündüğümüz dergiye karşı
öylesine yanlış, öylesine sorumsuz bir tavır takındılar ki, bunun adına ancak oportünizme ve
revizyonizme hizmet diyebilirim.
Derginin sorumlu yönetmenliğini yüklenen arkadaş, bazı düşüncelerimin dergiye
yansımaması için özel bir çaba gösterdi; bir süre, düşüncelerimin kelepçesi görevini ustalıkla
yürüttü. Onların düşündüğü dergi ile benim ve arkadaşlarımın düşündüğü dergi çok farklıydı.
Biz, kültürsanat ve siyaset dergisi derken, onlar, içeriğini de hedefleyerek siyaset
sözcüğünü siliverdiler. Onlardan biri diyordu ki:
Bugün anti revizyonist olduğunu savunan dört siyaset ve gazete var. Güney dergisi beşinci
olmamalı düşüncesindeyim. Biz her şeyden önce devrimci, yurtsever ve demokratların
birliğini sağlamlaştırmalıyız.
Bu yazıya şöyle karşılık verdim:
dört siyaset ve gazete var. Güney Dergisi beşinci olmamalı, düşüncesinde olduğunu
söylüyorsun. devrimci, yurtsever, demokratların birliğini sağlamlaştırmak için beşinci
olmak zorundayız. Ancak beşinci olunarak birlik yolunda mücadele edilebilir. Amacımız
beşinci olarak kalmak değil, tek bir hareketi yaratma süreci içinde yok olmaktır, o tek
hareketin parçası olmaktır.
İşte bu arkadaşların beşinci olmamak için direnmeleri ki bunun çeşitli siyasi nedenleri
vardır dergiyi cansız, hayattan kopuk, suya sabuna dokunmayan bitkisel bir içerikle
kitlelere sundu. Böyle bir dergi yaşayamazdı. Çünkü gelişen hayat ve mücadeleyle bağları
yoktu. Derginin böyle gitmesine dur demek gerekiyordu ve biz bu görevi yerine getirdik.
Onlara dur dedik.
Bu mektubumda, birinci sayıdan başlayarak, derginin bütün sayılarını ve bazı yazılarını ele
alarak görüşlerimi belirtmek istiyorum. Çünkü, bazı konularda görüş ayrılıkları dergiye
yansımış, bazı arkadaşların kendine özgü düşünceleri derginin görüşleri havasında
sunulmuştur. Benim ne düşündüğümü, nasıl düşündüğümü bilmeyenlerce, orada konulan
görüşler bir bakıma benim de düşüncelerim gibi anlaşılabilir. Bu nedenlerle, derginin gerek
biçim, gerekse içerik açısından eleştirilmesi ve düşündüklerimin açıklığa kavuşması
gerekiyor. Bu bir zorunluluktur.
Dergimiz, yeniden inşa süreci içerisindedir. Böyle bir süreç içerisindeki bir dergi, geçmişi
kısa da olsa, geçmişine doğru sağlıklı ve eleştirel bir gözle bakmalıdır.
Derginin 6. sayısında denir ki:
Dergi Yılmaz Güneyin adını taşımakta, onun kuruculuğunda çıkmaktadır. Fakat bugüne
dek, Yılmaz Güneyin siyasi ve ideolojik kavrayışı temelinde yönlendirilmedi. Düşündük ki,
öncelikle Yılmaz Güneyin görüşleri kabaca da olsa açıklanmalıdır. Bu görüşlerin ışığında,
derginin bugüne kadar çıkan sayıları, yani Mayıs sayısına dek olanları, Yılmaz Güneyin
görüşleri temel alınarak eleştirilmelidir.
Bazı arkadaşlar bu açıklamaları çeşitli biçimlerde yorumladılar.
Dediler ki:
Yılmaz Güneyin görüşleri temel alınarak eleştirilmelidir demek yanlıtır. Yılmaz Güneyin
görüşleri eşittir MarksizmLeninizmin ilkeleri temelinde eleştirilmelidir demek daha doğru
olurdu.
Bazı arkadaşlar da, Yılmaz Güneyin görüşleri demenin, Yılmaz Güneyi putlaştırma
eğilimlerinin ifadesi olabileceği kuşkusundaydılar.
Soruna bakalım.
Yılmaz Güney, uzun bir süre köşeye sıkıştırılmış olduğu koşullarda, bu koşulları yarıp açacak,
devrimci mücadeleye katkıda bulunacak nitelikte bir dergi düşünmüştür. Var olan
siyasetlerden farklı görüş ve düşüncelere sahiptir. Birlikte dergi çıkartmanın koşulları
ortadan kalkmıştır. Böyle bir zamanda, farklı düşüncelere sahip arkadaşlarla yol arkadaşlığı
yapmak zorunda kalmış ve dergi çatısı altında dağılmaya mahkûm da olsa bir birlik
oluşturmuştur. Bu koşullarda oluşturulan bir birliğin çıkartacağı derginin çeşitli zaafları
olacağı daha işin başından bellidir. Buna bile bile razı olunmuştur.
Öncelikle derginin ilk sayılarına bakarken, şu noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyordu. Bu
sayılarda çıkan yazılar, aynı zamanda Yılmaz Güneyin görüş ve düşüncelerini de mi
yansıtıyor?
Yılmaz Güneyin görüşlerine yol gösteren MarksizmLeninizmdir. Elbette ki, şu aşamada,
Yılmaz Güneyin görüşleri eşittir MarksizmLenimizm değildir. Bazı eksiklikler, aksaklıklar,
tam anlamıyla kavranamayan noktalar vardır. Bu durumu çeşitli yazılarımda belirttim.
Yılmaz Güneyin görüşleri , kavrayabildiği oranda, özümleyebildiği oranda,
MarksizmLeninizmin evrensel gerçeğini ülkemizin somut devrimci pratiğine uygulayabildiği
oranda, MarksizmLeninizmi içerir ve derginin eleştirisi de ancak bu kavrayış oranı temelinde
ele alınabilir. Derginin MarksistLeninist ilkeler temelinde eleştirilmesi gerektiğini
getirseydik. yanlış olurdu; çünkü, böyle desek bile, gerçekte, MarksizmLeninizmi kavrayış
sınırlarımız içinde kalacaktık.
Putlaştırma sorununa gelince, bu yaklaşım küçük burjuva kaygıları ifade ediyor. Biz Yılmaz
Güneyin putlaştırılmasına da, ona eleştiri adı altında gelişigüzel saldırılmasına,
yıpratılmasına da karşıyız. Yılmaz Güneyin yeri, onlarca yıllık mücadele ile kazanılmış bir
yerdir. Bilimsel temellere dayalı her türlü eleştiriye açığım, bunun yanında Yılmaz Güneyi
eleştirmiş olmak için eleştiriye yeltenenlerin hastalıklı yanlarını tatmin etmeye de pek niyetli
değilim.
Yazılarımı okuyan ve zaaflarım karşısında nasıl tavır takındığımı gören bazı okurlar,
putlaştırmanın aksine, zaman zaman gereksiz alçakgönülülük düzeyine düştüğüm sansına
bile kapılmaktadırlar.
Derginin, 1. 2. 3. 4. sayılarını eleştirirken özelikle ağrlığı 1. sayıya vermek gerekiyor. Çünkü
kitlelerle ilk bağı kuran ve dergi hakkında, derginin geleceği hakkında ilk bilgileri veren
budur. Özellikle de, bana en yanlış gelen düşünce ve görüşleri içeren sayıdır.
1. Öncelikle derginin fiyatına değineceğim. Onbeş lira çok paradır. Emekçi kitlelere
gideceğini söyleyen bir dergi, emekçi kitlelerin içinde bulunduğu maddi koşulların zorluğunu
düşünmek zorundadır. Derginin fiyatını on liraya düşürmenin koşulları yaratılmalıdır.
2. Derginin dili yalın, anlaşılır olmalıdır. İşçilere, köylülere ve geniş emekçi kitlelere gitmeyi
amaçlayan bir dergi dil sorununa titizlikle eğilmelidir. Her sayıda kullanmak zorunda
olduğumuz anlaşılması zor sözcüklerin karşılıkları dip notlarda açıklığa kavuşturulmalıdır.
3. olarak bütün sayılarda, okuru rahatsız edecek boyutlara ulaşan baskı ve dizgi
hataları vardır. Düzeltmeler gerektiği biçimde titizlikle yapılmamakta, birçok yazıda, anlam
değişikliklerine varan yanlışlara rastlanmaktadır. Bu önemli bir zaaftır. Bu zaafın üzerine
duyarlılıkla gidilmelidir. Düzeltme işlemleri, mutlaka bu işin uzmanlarınca yapılmalıdır.
4. Özelikle, sorumsuzluk örneği sayabileceğim bir duruma değinmek istiyorum:
MartNisan sayısında, Bütün Dünya İşçilerinin Birlik, Dayanışma ve Mücadele günü, 1 Mayıs
İşçi Bayramı yazısında önemli bir dizgi yanlışı olmuştur. Yazının bir yerinde: İşçi sınıfı bir
tanedir. Ona yol gösterecek olan bilimsel sosyalizm de bir tane olacaktır. denilmektedir.
Burada bir baskıdizgi hatası vardı. Bence çok önemli olan bu yanlışı düzeltmelerini istedim.
Beşinci sayıda şöyle bir düzeltme yazısı çıktı: DÜZELTME: Geçen sayımızda 1 Mayıs İşçi
Bayramı başlıklı yazıda bir cümle düşmüştür. Doğrusu şöyledir: İşçi sınıfı bir tanedir. Onun
partisi tektir. Ona yol gösterecek olan bilimsel sosyalizm de bir tane olacaktır.
Bu, bir işi düzelteyim derken, daha da berbat etmekten başka bir şey değildi. Bir düzeltme
yapılırken, bunun sorumluluğunu üzerine alan arkadaşın, en azından metnin aslına bakması,
yanlışla doğruyu karşılaştırması gerekir. Bu yapılmıyor ve ezbere, üstelik ciddi bir biçimde
üzerinde düşünmeden bir düzeltme işlemine giriliyor. Bu sorumsuzluk, dergiye egemen olan
sorumsuzluğun bir parçasından başka bir şey değildi.
Oysa yazıda şöyle demiştim: İşçi sınıfı bir tanedir. Ona yol gösterecek olan bilimsel
sosyalizm de bir tanedir. Onun devrimci partisi de bir tane olacaktır.
5. Derginin yaşamla canlı bağları yoktur. Aylık bir derginin olanakları içinde, kitlelerin ilgisini
çeken sanat ve kültür olaylarına, toplumsal ve siyasal olaylara bakışımız kısaca da olsa
dergiye yansımalıdır. Dergiyi eline alan bir okur, o ayın iz bırakmış bütün olayları karşısında
bizim ne düşündüğümüzü kabaca da olsa bilmelidir. Özellikle de revizyonizme ve onun
uluslararası dayanağı olan sosyal emperyalizme karşı derginin ilk sayılarında suskun
kalınmıştır.
Bu görevleri yerine getirecek kadrolarımız henüz yoktur. Dergi çevresinde, kitlelerin sorunu
haline gelmiş, ihtiyaçlarına cevap verecek kadrolar oluşturulmalıdır. Öyle sanıyorum ki çok
kısa bir zamanda, çevremizde genç, dinamik, cesur ve dürüst yurtsever demokrat unsurlar,
yurtsever devrimciler oluşacaktır.
6. Derginin kapak düzeni bir bütün olarak kötüdür. Dermeçatmadır. Yaşamdan kopuktur.
Bunu, iç tutarsızlığımızın, geçici fikri karmaşamızın, dergi siyasetimizin berraklaşma süreci
içindeki çalkantıların ifadesi olarak değerlendiriyorum; bundan sonraki sayılar için tutarlı bir
kapak düzenlemesi yapılmalıdır.
7. Derginin hazırlık dönemi iyi değerlendirilememiş, derginin hangi matbaada basılacağı,
kâğıdın nasıl temin edileceği, derginin nasıl dağıtılacağı konuları üzerinde gerektiği gibi
düşünülmemiştir. Ta başından bu yana, basım ve dağıtım işlerimiz aksak gitmekte idi; ancak
beşinci sayıdan itibaren derginin kendi gücüne dayanma ilkesi temel alınmış ve aksaklıklar
halen sürmekle birlikte, sorunun adım adım köküne inmeye çalışılmaktadır. Son gelişmeleri,
derginin toparlanma ve gelişme süreci olarak değerlendirebiliriz.
8. Aylık bir dergi, her ayın birinde okuruna ulaşabilmelidir. Oysa daha birinci sayıda başlayan
düzensizlik tam anlamıyla giderilmiş değildir.
Birinci sayı, yoğun bir ilanreklam kampanyasının ardından, Ocak sonlarında çıkmıştır. Oysa
birinci sayı, gözle görülen aksaklıklar nedeniyle, Ocak yerine Şubatta çıksa, Şubatın 1inde
okurunda olsaydı, yani dergi Ocak sayısıyla Ocağın sonunda değil de, Şubat sayısıyla
Şubatın başında okurunda olsaydı, en azından zamanlama olarak karşılaştığımız aksaklıklar
belli oranda önlenmiş olurdu. Daha üçüncü sayıda derginin çıkmaması, 3. ve 4. sayılarının
birlikte Nisanda çıkması okurun güveninin sarsılmasına, dergiye kuşkuyla bakılmasına
neden olmuştur.
9. Derginin programı en azından ikinci sayıda yayınlanabilirdi. Bu yapılmadı. Programı belli
olmayan bir dergi mücadele hayatında başarılı olabilir mi? Hayır Programı belli olan, fakat
bu programı hayata geçirebilecek nitelikte kadrolardan yoksun olan bir dergi başarılı olabilir
mi? Yine hayır!..
Kesinlikle inanıyorum ki, bir çeşit program niteliğini taşıyan 7 Ocak 978 tarihli mektubumdan
sonra, orada belirtilen ilkeler temelinde saflarımıza yeni arkadaşlar katılacaklar ve
karşılaştığımız zorluklara omuz vereceklerdir.
10. Özellikle derginin ilk sayılarında yazarlar arasında siyasal ve ideolojik birlik kesinlikle
yoktu. Oysa en azından ortak noktaları olan yazarların birliğini sağlamak gerekir. Derginin
bel kemiğini meydana getiren arkadaşlar bu zaafın bilincindedirler.
Şimdi de, özellikle derginin birinci sayısından başlayarak, bazı yazılar üzerinde durmak
istiyorum.
Kemal Bilbaşarla yapılan konuşmada denir ki:
Emekçi halk yığınlarından yetişmiş gerçek devrimci yazarlar şiir, roman ve oyunlarıyla
kurulu düzeni yıkma, halktan yana yeni bir düzen kurma savaşımına öncülük ederler.
Gerçek devrimci yazarlar ve sanatçılar, halkın devrimci mücadelesi içinde yetişirler; sanatları
da, mücadeleye bağlı olarak gelişir, zenginleşir. Bu mücadeleye önderlik eden, işçi sınıfının
ve emekçi halkın iktidar mücadelesine ve onların yanında yer alan aydınların mücadelesine
önderlik eden proletaryanın siyaseti ve ideolojisidir. Düzenin emekçi kitleler yararına
değiştirilmesinde öncülük bizzat işçi sınıfının ideolojik, siyasi ve örgütsel önderliği altında
mümkündür. İşçi sınıfının öncülüğünden kopuk olarak aydınların öncülüğünden söz etmek,
bunu ima etmek, küçük burjuva dünya görüşünün, küçük burjuva ideolojisinin ifadesidir. Bu
yazıda, açık olmamakla birlikte, işçi sınıfının öncülüğü gözardı edilmemektedir. Aydınlar ve
yazarlar işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilinç taşırken, bilinç taşıma görevlerini yerine
getirirken onların bağlı olduğu dünya görüşü ve dayandıkları sınıf temelleri önemlidir. Hangi
dünya görüşü ve hangi sınıflar adına bilinç taşıdıklarına bakarız
Bugünkü ortamda halkı yüreklendirmek coşturmak onların savaşım gücünü artırmak için
devrimci edebiyatımızın destan türünden yararlanmasından yanayım der Kemal Bilbaşar.
Halkı yüreklendirmek ve coşturmak, mücadelenin sadece bir yönüdür. Yüreklendirme ve
coşturma eyleminin dayanacağı maddi bir temel, yani sınıf kinini, sınıf bilincini içeren,
devrimin gerekliliğine inanmış bir temel olmalıdır. Küçük burjuva devrimcileri, halkı
yüreklendirmek ve coşturmak için silahlı eylemlere varıncaya dek bir yığın yol denerler;
fakat kitleleri eğitmek, onlara sınıflarının siyasal bilincini götürmek, devrimin dostlarını ve
düşmanlarını iyice tanıtmak için, kitlelerin bizzat içinde yapılması gereken çalışmaları, onları
kazanacak sabırlı çalışmayı pek göstermezler. Çünkü onlar için bir avuç yüreklendirici
yeterlidir ve kitleler günü gelince onların ardından gidecekler ve devrimi
gerçekleştireceklerdir. Bu görüş yanlıştır; idealizmin yoğun etkilerini taşır. Kitleleri
yüreklendirmek ve coşturmak doğru mücadele hedefleri doğrultusunda sadece bir adımdır.
Bu yön, mücadelenin sadece bir adımı olarak özellikle vurgulanmıyorsa, getirilen görüşler
eksik kalır, küçük burjuva dünya görüşünün sınırları içinde kalır.
Cemo ile Memoya gelince Kürt ulusal sorununa doğru bir yaklaşımla eğilmemektedir
burada yüreklendirme ve coşturma ne adına, kime karşı geçerlidir, bu da ayrı bir eleştiri
konusudur.
Lu Sunun, Devrimci Bir Dönemin Edebiyatı başlıklı yazısı, edebiyatı ve sanatı küçümseyen,
sol anlayışlı bir yazıdır. Özelikle derginin ilk sayılarında böyle bir yazının yer alması
olumsuzluktur. Bu yazı, Lu Sunun MarksizmLeninizmle yeni tanıştığı bir döneme ait olması
nedeniyle, birçok tesbitte idealizmin etkilerini taşır.
Birkaç örnekle açıklarsak, der ki Lu Sun:
Devrim için devrimcilere gerek vardır. Devrimci edebiyat bekleyebilir, çünkü devrimci
edebiyatın varolması için devrimcilerin yazmaya başlaması zorunludur. Yani bana göre
edebiyatta büyük rol oynayan şey devrimdir.
Edebiyatta devrim nasıl büyük bir rol oynuyorsa, devrimci bir edebiyat da devrim için büyük
roller oynayabilir, oynamaktadır, oynamıştır da. Devrimci sanat ve edebiyat, devrimci
mücadelenin hem etkileyen, hem de etkilenen ayrılmaz bir parçasıdır. Lu Sun soruna tek
yanlı bakmaktadır. Sadece devrimin, edebiyatta büyük rol oynayacağını görmekte, sanatın
ve edebiyatın devrimde oynayacağı rolü küçümsemektedir.
Günümüz yazarlarının hepsi aydındır ve kurtulacakları güne kadar işçilerimiz ve
köylülerimiz aydınlarla aynı şekilde düşünmeye devam edeceklerdir. Onlar kurtuluşlarını elde
etmedikçe gerçek bir halk edebiyatı olamaz.
Örneğin bu yaklaşım da mekanik, anti diyalektik yaklaşımdır. İşçiler ve köylüler kurtuluşa
kadar aydınlar gibi düşünmeye devam edeceklerse, devrim nasıl olacak ki? Ki burada söz
edilen burjuva ve küçük burjuva aydınlarıdır. İçşiler ve köylüler, hayatın çeşitli alanlarında,
hayatın canlı dersleriyle eğitilerek, bizzat kendi deneyleriyle, burjuva aydınlarının
görüşlerinden kuşkuya düşerler ve bir arayışa yönelirler, giderek onların etkilerinden sıyrılan
kesimleri, işçi sınıfının ideoloji ve siyasetini adım adım kavrarlar. Bu kavrayışları
derinleştikçe, bu kavrayışa sahip olanlar çoğaldıkça devrim gelişir güçlenir. Burada Lu Sun,
işçilerin ve köylülerin ancak devrimden sonra değişebileceklerini ifade eden bir dil kullanıyor.
Bu yanlıştır. İşçiler ve köylüler ve emekçi yığınlar devrimci mücadele süreci içerisinde
değişime uğrarlar. Geçmiş devrimlerin ve hayatın bize öğrettiği budur. İşçiler ve köylüler şu
gün etkisi altında bulundukları burjuva düşünce ve önyargılardan kurtulamazlarsa devrimi
nasıl gerçekleştireceğiz ki? Kuşkusuz işçi, köylü ve emekçi yığınların bir kesimi, uzun bir
süre burjuva dünya görüşünün etkisinden devrimden sonra bile kurtulamayacaklardır. Fakat
devrimi gerçekleştirecek olan kitlelerin büyük bir kesimi, devrim öncesi eskimiş düşünceleri
bir kenara atacak ve kendi dünya görüşlerinin yol göstericiliğinde devrime koşacaklardır.
Çinin şimdiki durumu öyledir ki, sadece fiili devrimci savaş bir işe yarar. Bir şiir Sun
ÇuangFangı (bir savaş ağası) korkutamazdı, ama bir top mermisi onu korkutup kaçırdı.
Bazı kişilerin, edebiyatın devrim üzerinde büyük etkisi olduğuna inandığını biliyorum, ama
ben şahsen bundan şüpheliyim.
Zalimler ve sömürücüler, nerede olurlarsa olsunlar, hangi koşullar altında olurlarsa olsunlar,
saltanatlarına yönelen, onların sarsılmalarının birikimini yaratan en küçük bir çizgiden bile
korkarlar. Bir şiirden, bir hikayeden, bir karikatürden korkarlar; türküden, masallardan
korkarlar. İranlı masal yazarı Behrengi neden öldürüldü? Neden bir yığın ozan cezaevlerini
doldurmaktadır? Nâzım Hikmete neden komplo düzenlendi? Pir Sultan Abdalın
türkülerinden neden korkuyorlar? Devrimi silahlı devrim haline gelene kadar besleyen çeşitli
etkenlerden biri de devrimci müzik, sanat ve edebiyattır. Lu Sun, bu konuda sol
düşünceler taşımaktadır.
Bu yazı, özellikle devrimci edebiyat ve sanatı küçümseyen, devrime sadece namluların
ucundan bakmaya heveslileri sevindirir, onların düşüncelerine destek olur. Ama devrimci
edebiyatın ve sanatın devrime katacağı katkılara inananları da düşündürür. Lu Sunun bu
yazısındaki, görüşlere katılmış olsaydım, bu dergiyi çıkartmanın gereği kalmazdı. Bu yazı,
Marksizme geçiş dönemine tekabül eder; bu nedenlerle sol görüşlerin ve idealizmin
etkilerini taşımaktadır.
Güney Dergisi imzasıyla yayınlanan Otobüs yazısında, Bu film için bilimsel kurgu
(SciensFiction) filimdir diyebiliriz denilmektedir. Bu tanımlama yanlıştır. Bilimkurgu bilimin
verileriyle hayal gücünün bileşimi sonucu meydana getirilen filmlere denir. Yazı film için
açık, anlaşılır, sınıfsal yaklaşımı olan bir eleştiri getirmemektedir. Karşı duruşlarının
gerekçeleri de açık değildir.
Filmi gördüm. Bazı yanlış yaklaşımları ve değerlendirmeleri içermekle birlikte, olarak
bir yönetmenin ilk filmi oluşu, yapım zorlukları, değişik ve sinemasal değerleri vb.
nedenleriyle iyi buldum. Güneydeki arkadaşları Otobüse küçümseyerek baktıran aslında
küçük burjuva duygularıdır. En azından Otobüs yazısı, sorumluluk taşıyan bir imza ile
sunulurdu, derginin görüşü olarak, derginin imzası altında sunulmazdı.
Ye! Ye! Elvis yazısı, öz itibariyle