Cuma, Mart 29, 2024
Ana Sayfa arşivler yeni bir islam dünyası / Ahmet TAŞGETİREN

yeni bir islam dünyası / Ahmet TAŞGETİREN

- Advertisement -

BATI İLE HESAPLAŞMA

İslam dünyası birgün Batı ile hesaplaşacak. Bu kaçınılmaz bir şey. Bunu, bir yandan İslam dünyasının şu an içinde bulunduğu durumdan kurtulma mücadelesi zaruri kılıyor; diğer yandan da, İslam mesajının gittikçe Batıyı daha çok etkilemesi vakıası gerektiriyor. Biri, İslam dünyasının boynunun borcu; diğeri, Batı’nın kendini savunma düşüncesinin uzantısı.

Yüz-yüzelli yıldır Batı, İslam dünyasında belirli bir operasyonun icracısı durumunda. İslam dünyasının merkezi otoritesini yıkmış, onun bünyesinden minyatür devletçikler çıkarmış, onlara sistem şablonları sunmuş. Bunun anlamı, İslam dünyasının, Batı stratejisine, daha açıkcası Batı çıkarlarına uygun şekilde dizayn edilmesi demek. Bunun sonuçları ne olmuş?

İslam dünyası bütünlüğünü kaybetmiş.

İslam toplumları, İslam dışı sistemlerin avucunda, orijinal İslami kişiliklerini kaybetmişler.

İslam dünyasının zenginlikleri Batı’nın sömürge alanı olmuş.

İslam toplumları onurları kırılmış, burunları sürtülmüş, ve insanlığa verecek mesajı olmayan geri topluluklar derecesine indirgenmiş.

Bütün bunlar, birbirleriyle alakalı bir operasyonun sonucu. Ve İslam dünyası açısından bir fasit daire halinde. İslam dünyası bu fasit daireden kurtulmak zorunda. Ve eğer kurtulacaksa Batı ile er geç hesaplaşmak zorunda. Bizim kanaatimiz o ki zaman öyle bir hesaplaşmaya doğru akıyor. Çünkü İslam dünyasında, böyle bir hazırlığın ışıltıları gönüllerde doğmaya başlamış bulunuyor.

Ümmet şuuru yeniden inşa oluyor.

İslam toplumları içinde yaşadıkları İslam dışı sistemin farkına varıyorlar ve bundan kurtulmak için çabalıyorlar.

İslam dünyasının zenginlikleri üzerinde işleyen Batı sömürüsü sorgulanıyor ve iktidarlar kıyasıya sarsılıyorlar.

İslam toplumları yeniden İslamın izzeti ile buluşuyorlar.

İslam dünyasında bu birikimler arttıkça Batı’da tedirginlik başlayacak. Batı, bir yandan sömürge alanlarını kaybetmemek, diğer yandan da kendi manevi çözülüş sürecine, İslam’ın bir kurtuluş motifi gibi sirayet etmesini önlemek isteyecek. İslam dünyası nerede yücelme birikimi göstermişse orayı bloke etmeye çalışacak. Batı bunu yapacak, çünkü hakim olan o. Peki Müslümanlar ne yapacak?

Gözaltında olduklarını bilecekler.

Güçlenmenin bir süreç işi olduğunu unutmayacaklar.

İslam dünyası, bu güçlenme sürecinde ortaya çıkacak bir erken hesaplaşmanın kendileri aleyhinde olduğunu bilecek.

Ve bütün bunların bir korkaklık eseri olmadığını bilecek. Çünkü korkak değil, ihtiyatlı olacak.

Şimdilerde hergün yaşanan olaylarla İslam toplumlarının şuuraltına parça parça kazınan ve gittikçe bütüncül görüntüsü ortaya çıkan Batı var: Vahşi Batı, sömürgen Batı, makyavelist Batı, Hristiyanlık değerlerine bağlılıktan ziyade İslam düşmanlığı ile tanımlanılabilecek bir Batı. Bu görüntü İslam toplumlarının Batı ile her karşılaştığı olayda çok çarpıcı biçimde oluşuyor ve İslam toplumlarına hakim Batıcı yönetimlerin tüm karşıt gayretlerine rağmen, ma’şeri vicdandaki “düşman” tipini bütünlüyor. Yaşanan olaylara bir kez daha panaromik bir çerçevede göz atalım:

Kıbrıs’ta bütün Türkleri geriletmek için Batı’nın göstermiş olduğu çaba,

Bosna- Hersek’teki insan katliamına Batı’nın seyirci kalması,

Batı Trakya’da yapılan Yunan zulmünün daima olarak arka plana atılması,

Amerika’nın Türkiye’ye karşı bir müeyyide olarak kullandığı ermeni meselesi,

Amerika’nın İsrail’i dişine kadar silahlandırırken çok büyük paralarla alınan F-16’ların bilgisayar donanımını Türkiye’ye vermemesi,

Rus tankları Bakü sokaklarını kana bularken Batı’nın buna seyirci kalması,

Batı’nın Türkiye’nin İslam ülkeleri ile ilişkilerine isteği çerçeveyi vermesi ve ilişkilerimizi sınırlandırması,

Batı’nın Cezayir’de halk istemesine rağmen İslamlaşmanın önüne geçmesi,

Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak sonuç bellidir. İslam dünyası ile batı arasında içten içe bir savaş cereyan etmektedir. Bu savaşın şuurlu ve güçlü tarafı Batıdır. Ve şu anda İslam içinde bulunduğu durumu öğrenmelidir. Bosna-hersek, Filistin, Kıbrıs bunu bize öğretmelidir.

BÜTÜNÜ GÖRMEK…

Türkiye’de Lozan şartları, T.C.’ni kurduğu, bağımsızlığı perçinlediği gerekçesi ile likle kutsanır. Oysa Lozan şartları, Osmanlı sonrası İslam dünyasına getirdiği statü ile bugünkü sancıları besleyen “bütün”ün mimarıdır. Bu bütün içinde neler vardır.

İslamı sistem olarak dışlama vardır.

İslamın merkezi birliğini temsil eden hilafetin kaldırılması vardır. Böylece merkezi bütünlüğünü yitirmiş İslam dünyası, Batı karşısında hiçbir zaman yek vücut olamayacak.

Yalnız hilafetin kaldırılması ile merkezi bütünlüğün yok edilmesi kafi görülmemiştir. Birde çarpık bir coğrafi yapılanış ile, İslam ülkelerinin birbirine karşı sürekli cidal içinde bulunması öngörülmüştür.

Ve bu bütünü tamamlayan son unsur İslam dünyasının coşkulu bir Batılılaşma seyrine sokulmasıdır. Bunun için Türkiye başta olmak üzere pekçok İslam ülkesinde, açık sömürge yönetimi veya kendi kendine sömürgeleştirme yoluyla İslam toplumları kendi kimliklerinden soyutlanmak ve zaman içinde direnişleri kırılmış birer mankurt haline getirilmek istenmiştir.

Bize göre bir geçiş dönemi yaşıyor İslam dünyası. Geçiş döneminin ana özellikleri şunlardır:

Yukarda çerçevesini çizdiğimiz 1. Cihan Savaşı sonrası yapı sorgulanıyor. Batının dünya egemenliği neden tek seçenek olsun? İslam dünyası sömürge statüsüne layık mıdır?

İslam dünyası neden Batılı değerleri üstün görsün? Neden Batılı sistemler İslam dünyasını da biçimlendirsin?

Neden dünya entegrasyon-bütünleşme-seyri içindeyken İslam dünyası, paramparça ve gittikçe daha atomize hale gelme seyri yaşıyor?

Bu sorgulama önce sistem planında İslamı yeniden gündeme getiriyor.

Sonra, ağır-aksak gitse de, İslam ülkeleri arası bütünleşme arayışları var.

İslam ülkeleri hangi yolla elde etmiş olursa olsunlar, sonuçta teknoloji kullanmaya başladılar.

Kimi İslam toplumları, batı ile sıcak temas noktalarında-Kıbrıs, Afganistan, Filistin gibi- başarı kazandılar.

Ve şu son yıllarda, İslam dünyasına büyük moral kazandıran bir gelişme oldu: Sovyet hakimiyetindeki Müslüman-Türk dünyası bağımsızlık kazandı.

TÜRKİYE-BATI-İSLAM

Batıcılığa milletin ödediği bedel, bir kimliktir. İstiklal Mahkemeleri, Batıcı operasyonların yürümesi için kaç can almıştır bu ülkede. Bunların hiçbirinin hesabı görülmemiştir. İslam’a karşı yürütülen yıkım kampanyasının hesabı görülmemiştir. İslam ülkeleri ile ilişki, Türkiye’nin dış politikasının tabii gelişme seyridir. Bu seyri, Batı ile ilişkiler baltalamıştır. Oysa aynı Batı, mümkün olsa-ki bunun pek çok örneği vardır- İslam ülkeleri ile can ciğer kuzu sarması olabilir. İslam ülkeleri pazarlarında Amerikan, İngiliz, Japon malları cirit atıyor. Suudi çadırında İngiliz prensesi bağdaş kuruyor, eliyle yemek yiyor. Ama arkasından milyarlık ihalelere imza atıyor. Bizim temsilcilerimiz, Arap şeyhi eli ile yemek yerken burun kıvırıyor. İşte İngiliz’in diplomasisi, işte bizimkisi…

BIR SEÇİM NOKTASINDA

Türkiye, artık gerçek bir seçim noktasındadır. Türkiye’nin politikalarını batıcı kadrolarının elinden biran önce almak ve gerçek millet kadrolarına vermek lazımdır. Batının tavrı karşısında batıcının yapacağı bir şey yoktur. Milletin tavrını verecek ne his, ne de bilgi birikimi vardır onun. O, batı karşısında yamuktur öteden beri. Aynı Batıcı kadronun, İslam ülkeleriyle de bir iletişim sağlaması mümkün değildir. Mekke’ye gidip de umre yapmadan dönen adamdan dış işleri bakanı olursa, İslam ülkeleriyle ilişkiler de ancak bu kadar pamuk ipliği ile bağlanmış olur.

GORDİON’UN DÜĞÜMÜ

Sovyetlerin dağılmasından bu yana dünyada önemli gelişmeler oluyor. Güç dengeleri yeniden biçimleniyor. Şu an dünyada yeni bir kuvvetler dengesinin teşekkül etmekte olduğunu belirttik. Bunu etkileyen unsurlar neler:

1.Amerika ve Avrupa, aralarındaki rekabeti göz önünde bulundurmakla birlikte eski yerinde.

2.Sovyetler dağıldı ama Rusya, eski dini-kavmi unsurları kullanarak yeni bir kuvvet merkezi oluşturmak istiyor.

3.Batıda ve Rusya’da atağa geçen hristiyanlık vakıası da önemli bir kuvvet merkezi olarak dikkat çekiyor.

4.Sovyet hakimiyeti altında bulunup da bir kısmı bağımsızlığa adım atan Müslüman Türk dünyası var.

5.Ümmet şuuru yeniden hayat bulan, İslamî bilgilenmesi artığı için, kendisini kuşatan sosyo-kültürel-ekonomik yapıyı sorgulayan siyasi şuuru geliştiği için yönetimlerin inanç karakterini hesaba çeken İslam toplumları çağın yeni gerçeği .

6.Müslüman-Türk dünyası dahil tüm İslam dünyasında henüz toplumları ile yeterli rezonansı sağlamamış durumdaki yönetimler…

7.İslam dünyası ile ilgili diğer önemli gerçek ise bu dünyanın ekonomik varlığının, hakim kuvvet merkezlerinin ekonomilerinin hayat damarı halinde bulunması.

İslam ülkelerindeki yönetimlerin Batı-Rus yanlısı olduğu doğru. Varlıklarını ve devamlarını suni biçimde kendi toplumlarının iradesine, ama gerçekte uluslararası güç odaklarının desteğine bağladıkları da doğru. O yüzden yamuldukları da bir gerçek. Ama çok azı müstesna, önemli bir kısmının bunu gönüllü olarak yaptıklarını sanmıyoruz. Acı duyduklarını düşünüyoruz. Akıntıya direnemediklerini tahmin ediyoruz yeni dünya düzeninin elinden, İslam dünyası adına bir şey kopardıklarında mutlu olduklarını görüyoruz. Bosna’da bir çocuk kurtulsa gözleri parıldıyor. Öyleyse gönüllü sömürge değiller.

İslam ülkelerinin büyüme yolu İslam’da. Türkiye’nin büyüme yolu da İslam’da. İslam toplumlarında yaşayan irade yönetimlere yansırsa herşey değişecek. Bu, elbet yalnız Türkiye’nin işi değil. Tüm İslam dünyasında bir yükseliş gerekli. Ama Türkiye gerçeği kavrarsa, Türkiye’nin iradeleri yönetime yansıyan aydınları doğruları görmeğe başlarsa, bu, İslam dünyasındaki gelişmeler için önemli bir katalizör etkisi yapacak. Gordion’un düğümü Türkiye’dir. İslam için de, uluslararası güç odakları için de…

İSLAM KORKUSUNUN MALİYETİ

Bizim bu yazıda asıl belirtmek istediğimiz, Tevfik Fikret’lerden bu yana aydınlardan devlete yansıyan ve dış güçlerle işbirliği içinde kotarılan”İslam korkusu”nun Türkiye’ye neye mal olduğudur. Türkiye bugün, böyle bir korkunun en ağır bedelini ödemek üzeredir. Azerbaycan olayında da, Türk Cumhuriyetleri olayında da, Bosna-Hersek olayında da böyle bir politikanın yansımaları vardır.

Bazı tespitler yapalım:

Türkiye Cumhuriyeti ve bir kısım aydındaki “İslam Korkusu”nun garip bir biçimde uluslararası güç odaklarının yaklaşımı ile aynı paralelde olması ilk tespittir.

”İslam Korkusu” ile Batı yanlısı politikanın birbiriyle paralel bir gelişme gösterdiği bir vakıadır.

3. Yine”İslam Korkusu” ile, İslam ülkelerinin kopuk politikaların paralel bir gelişme gösterdiği de bir vakıadır.

4. Türkiye, gerek İslam ülkeleri, gerekse Müslüman – Türk dünyası ile ilişkilerinde “Laiklik öncelikli” bir tavır sergilemiştir. Bundaki amaç, batının bu yöndeki yaklaşımıyla uyum gösterme kaygısıdır.

5. Bu “İslam korkusu” ve “Laik öncelik” altında gerçekte bir “Batı korkusu” bulunduğu da bir vakıadır. Yani “İslam korkusu” nu besleyen bir “Batı korkusu” vardır aslında.

Türkiye’de bazı çevreler ise gerçekten İslam düşmanıdır ve bu noktada batı ile mutlak bir uyum içerisindedir.

Dünyada, şu andaki düzenin sorumlusu olan ülkeler bellidir. Bunlar en azından B. M. Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesidir.

KİM NEREDE OYNUYOR?

Üç soru üzerinde düşünmek ve bunların sağlıklı cevaplarını bularak ona göre tavır almak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’ye karşı sorumlulukla bunlar arasında da sıkı bir bağ bulunduğuna inanıyorum.

İslam neden sık sık medyada korku odağı haline getiriliyor?

Bunun toplumsal bir temeli var mı?

İslam korku odağı haline getirmenin Türkiye için anlamı ne?

Bu işte dıştan içe uzanan bir medya cephesinin aktif görev aldığını görüyoruz. O medya cephesini, uluslar arası güç odaklarının yönlendirdiği istihbarat kuruluşları, malzeme ile besliyor. Medya, bulabilirse İslamla ilişkilendirilmiş bir terör olayını, ama bulamazsa “Keçisi çalınan müftü” yü “keçi çalmış gibi” göstererek İslam karşıtı çizgiyi hep sıcak tutuyor.

Neden bunu yapıyor medya? Bu medyanın ideolojik karakteri ve misyonu ile yakından ilgili bir husus. Medya, gerek maddi gerekse ideolojik kaynağını, İslam dışı yapılanmanın oluştuğu son dönem Türkiye şartlarında bulmuş. İslamı hayat dışına iterek teşekkül eden batıcı laik sistem, kendine özgü kurumlar oluştururken, bunun arasına medya da girmiş. Çok partili hayata geçtikten sonra oluşan alternatif bir medyadan söz edilse bile, şu an Türkiye medyasının ağırlıklı bölümü, sistemle yakın akraba halinde… Bu fikir akrabalığını, çıkar ilişkileri pekiştiriyor. İslamla sistem ve onun uzantıları arasında böylesine bir alternatif ilişki söz konusu. Ne bu sistem ne de onun medyası, İslamın yeniden toplumsal zemin bulmasını ve o toplumsal birikimin sistemin geleceğini belirleyecek hale gelmesini istemez. Öyle ise İslamın önü kesilmelidir. İşte İslam’ı korku odağı haline getirmenin sebebi bu. Böylece elde edilmek istenen sonuçlar ise şunlardır.

İslam’ı sürekli bir yasak alanı gibi göstermek, ona yönelişi önlemek

İslam’ı bir hayat felsefesi olarak benimseyenler üzerinde baskı ve suçluluk duygusu oluşturmak

Müslümanları sürekli göz altı duygusuna sürüklemek.

İslamın meşruiyyet duygusunu yaralamak. medya bu işi yaparken, kendilerine” İslam karşıtı ve sistem yandaşı” misyonlar yüklenmiş zinde kuvvetleri de aba altındaki sopa olarak sürekli yedekte bulunduruyor ve tehdidi böylece pekiştiriyor.

Tehdit kime? Tehdit aslında büyük toplum kesimlerine.

OSMANLI VE TÜRKİYE

Birinci Dünya Savaşında İngiltere’nin ana gayesi, sömürgeleri ile arasına girilen ve Hilafet merkezi olan Osmanlı engelini ortadan kaldırmaktır. Bunun için savaşa asılmıştır. Onun için Loyd Corc, Allenby’yi Filistin savaşına gönderirken kendisinden “Kudüs’ü Hrıstiyan alemine bir Noel armağanı olarak sunmak üzere ele geçirmesini”ister.

MUSTAFA KEMAL, bu sıralarda Halep’te 7. Ordu Komutanıdır. Oradan Talat, Enver ve Cemal Paşalara, mevcut durumla ilgili tesbit ve tekliflerini havi bir rapor gönderir. Mustafa Kemal, raporunda İngiltere’nin Mısır, Süveyş, Kızıldeniz gibi Osmanlı topraklarını almak istediğini, bölgede kendisine hizmet edecek bir İslam dünyası oluşturmayı düşündüğünü belirtmekte, bunun da 1.Dünya Savaşının hedeflerinden olduğuna işaret etmektedir. Raporda ayrıca Mustafa Kemal, İngiltere’nin bu hedefinin,”Türkiye’yi son dini kuvvetlerinden ve en güzel mamurelerden uzaklaştırmak ve ayırmak” demek olduğunu, bunun ise “Türkiye için hayati bir darbe teşkil ettiğini “ belirtmektedir.

Mustafa Kemal’ savaş bittikten, Osmanlı yıkıldıktan ve T. C. Kurulduktan sonra farklı bir görüşe ulaşır. Nutuk’ta hilafetin kaldırmanın gerekçesini anlatırken, şöyle der:

“Bütün İslamları içine alan bir devlet kurmak vazifesiyle yükümlü olduğu hayal edilen bir halifenin, vazifesini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Millet buna razı olmaz.” “Milletimiz yüzyıllarca bu zararlı görüşten hareket ettirildi, fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı bırakmamak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan yok oldu. Bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu görüyor musunuz? Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi hayat ve saadetlerinden başka düşünecek bir şeyi yoktur. Başkalarına verebilecek zerresi yoktur.

ÇAĞDAŞ BİR HİLAFET”İN ALTYAPISI

Çağımızda yükseliş halindeki toplumlar İslam toplumları.

100 – 150 yıldır girdikleri sömürgeleşme statüsünü aşıyorlar. Özellikle ikinci Dünya Savaşından sonra İslam ülkeleri peş peşe bağımsızlık kazandılar.

Teknolojik geriliği aşıyorlar. Henüz teknoloji üretemeseler bile teknolojiyi kullanma noktasında bir hayli mesafe aldıkları söylenebilir.

Aralarındaki ilişki kopukluğunu aşıp, bütünleşme vasatları arıyorlar.

Kimlik problemlerini aşıyorlar. 19. Asrın sonlarında başlayıp tüm 20. Yüzyıl boyunca süren “İslamdan utanma” saplantısı geride kalmış gibidir.

Bu İslam yükselişinin problemsiz bir ortamda geliştiği söylenemez. Öyle ise İslam ülkelerinin bunları da görmesi gerekiyor. Nedir problemler?

İslam ülkeleri yükseliş halinde, ancak dünyanın hakim güçleri başkaları. Şimdi bu hakim güçler, İslam ülkelerini görünüşte bağımsız ama özde bağımlı yeni bir statü içine almayı planlıyorlar.

İslam ülkelerinin kendi içinde bloklaşmaması için suni ihtilaflar üretiyorlar. Özellikle Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır gibi öne çıkan bazı İslam ülkeleri arasında, suni bir nüfuz savaşı geliştiriyorlar.

İslam ülkeleri, müşterek dertlerden bir araya gelme ihtiyacı hissediyorlar. Ancak müşterek organizasyonları bulunmadığı için ciddi bir netice alamıyorlar.

İslam ülkelerindeki en önemli problem kimlik alanındadır. Kimlik konusunda İslam ülkelerindeki ciddi atılımlar yaşandığı doğrudur. Ancak bu, daha çok sivil halk kesimlerinde görülen bir gelişmedir. Yönetimlerde İslami kimlik kaygısı ya yoktur yada çok sınırlı bir ölçüdedir.

Bilim ve teknoloji alanında İslam ülkeleri bir sıkıntı içindedir. Ancak bununla da tek tek başedebilmeleri mümkün değil.

İSTANBUL BUGÜN İŞGAL EDİLSEYDİ

İslam dünyası, bir dünya gücü olmanın yolunu bulmalı. Kuvvet ne ile ifade ediliyorsa, ona ulaşmak için kolları sıvamalı. Türkiye bunda yeniden öncülük etmeli. Hilafetin belki adını koymadan, sosyal, kültürel, ekonomik alt yapısını hazırlamalı. Şu Bosna olayı, Karabağ, Filistin, Batı Trakya olayları, İslam Dünyasının “hilafet”in manevi olarak paydasında buluşturacak zeminlerdir. Türkiye madem ki tek başına kuvvet kullanma imkanlarından mahkumdur, öyle ise tıpkı Hindistan müslümanlarının yaptığı gibi, şu anın hakim dünya güçlerine karşı, tüm İslam dünyasını ayağa kaldırabilirdi. İslam toplumlarını bu güç merkezlerinin çıkarlarını tehdid edecek biçimde moral donanımına sevk edebilirdi.

BİR ÜMMET ORGANİZASYONU

Hac organizasyonu ümmetin en büyük organizasyonudur. En büyük gücüdür. Bu organizasyonun en sıhhatli ölçülerde yapılması, bütün müslümanların temel gayesi olmalıdır ve şu kesinlikle ifade edilmelidir ki bu organizasyon bir tek müslüman kavmin omuzlarına yüklenecek bir iş değildir. Önce o kavmin bunu taşıması günden güne daha da zorlaşacağı için değildir; sonra da, bu organizasyona bütün ümmetin iştirakini sağlamak gerektiği için değildir. Hacın hedefleri, bütün ümmetin iştiraki sağlanabildiği takdirde gerçekleşeceği için değildir.

KUVVETLİ OLMAK

İsrail Kudüs’e saldırmış, ele geçirmiş, kimse zevahiri kurtarma amacına yönelik açıklamalar dışında bir şey yapmamıştı. Mekke’ye saldırırlarsa kim ne yapacaktı?İstanbul’a saldırırsa kim ne yapacaktı?Gene üç beş kınama bildirisi yayınlanır, değişik İslam ülkelerinden bir kaç gönüllü mücahit savunmaya gelir o kadar…Gerisi tamamen o ülke halkının zayıf omuzlarına kalır…” İşte Bosna Hersek bunun dramını yaşıyor.

Osmanlı zaaf dönemine girdiğinden beri aynı kısır döngünün içindeyiz. İslam ülkesine yönelik saldırılara gerektiği biçimde mukabele edip, savunma yapamıyor, uluslararası güç dengeleri içinde kendimizi savunma yolu arıyoruz.

Aslında Bosna’ya bakıp, iki asırdır gelen dramımızı anlamak mümkün.”Kuvvet”i elde edemedik ve uluslararası stratejik hesaplar arasında kıvranıp duruyoruz. Peki “kuvvet” nerede?

Kuvvet, İslamın kendi dünyasında …Her İslam toplumu için kesin olan bu. Türkiye için de Filistin, Mısır, Cezayir, İran, Türkistan için de…Kuvvetimizi, ümmetimizi parçalayarak, hilafetimizi, yani bizi bir tek imamede buluşturan merkez müessesemizi kaldırıp, bizi paramparça ederek, İslam coğrafyasını kendi keyiflerince çizerek bizzat Batı merkezli dünya kaldırmış. Üstelik bize, İslam dünyası ile yeniden bütünleşmeyi “tehlikeli alan” olarak göstermişler. Yani kendi stratejilerini bize “milli politika” diye dayatmış, daha ilerde “milli ideoloji” haline getirmemizi sağlamışlar.

İslam’ın kuvveti, kendi dünyasında ve kendi dünyasından oluşacaktır. Bunu Müslüman halklar biliyor, ancak yönetimler anlamamak için direniyor. Onun da sebebi, yönetimlerin çoğunluk itibariyle uluslararası güç odaklarıyla içli-dışlı olması, bir bakıma varlıklarını bu çevrelere bağlamasıdır.

Bakın Akif ne diyor?

“Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeye hasretti Garbın elçileri.

O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?”

ZİLLETE MAHKUM MUYUZ?

Müslümanlar olarak neden her cephede yeniliyoruz? Müslüman ne zaman zaferler elde edecek? Neden bu hale düştük? Aslında bu hal yeni değil.

Önce bu halin neden yeni olmadığını izah edelim. Osmanlının son dönemini de içine alan zaman, İslam dünyasının her alanda çözülüş yaşadığı bir zamandı. Bu dönemin sonunda 1. Dünya Savaşı geldi ve onun da sonunda, tüm İslam dünyası, çözülüş çığırını müesseseleştiren bir statü içine sokuldu. Bu statünün mimarları, dönemin hakim ülkeleri idi. İslamın merkezi gücü (Devleti ve hilafeti) yıkıldı. İslam dünyası küçük devletçikler halinde parçalandı. Bu dönemler İslam dünyasının bütünüyle mağlubiyet dönemleridir. İslam dünyası diye bir güç yoktur nerdeyse. Dağıtılmış, savaş yorgunu, sindirilmiş, kimliğinden utanan bir dünya vardır. Bu gün bile bu dünya var olmaya devam etmektedir. Peki bu günün gerçeği nedir? Bu günün gerçeği İslam ülkelerinde hala batı efsununun, yönetimler ve aydınlar üzerindeki etkisi devam etmektedir. “ Üstün değer” hala Batı dünyasının değerleridir. İslam ülkelerindeki yönetimler Batıya karşı oluşturulan tezleri, hele İslam kaynaklı ise, hala yasaklı görürler. Siyasetin bu standart dışına çıkmasına izin vermezler. Güvenlik güçlerine, kendi halkındaki bu oluşumları ezmek gibi bir misyon verilmiştir. Bu yaklaşım hukuk, eğitim, ekonomi düzenine de yansır. Bu görünüm İslam ülkesinde kendi özgün insanını yetiştiremez izlenimini bırakmaktadır. Öyleyse yetiştirdiği insan ile dış mihraklara bu kadar bağımlı bir toplumun kendi hür iradesini beyan etmesi ne kadar mümkün olabilir? İnsanlarımız, yönetimlerimiz, sistemlerimiz, ülkelerimiz ve ülkeler arası ilişkilerimiz İslam’la dokunmaya başlar ve İslam dünyası olarak gerçek bir irade bütünlüğüne kavuşursak, İslam’a ve Müslümana yakışan “izzet” bizimle birlikte olacaktır. Çünkü aziz olan Allah’tır, Allah’ın elçisidir ve müslümanlardır.

MAZLUM ÜMMET

Ümmetin asrın başındaki görünümü neydi?

Büyük devleti yıkılmış…

O dönemde sembolik hale de gelmiş olsa, önemli ölçüde ümmet bütünlüğünü temsil eden hilafeti yıkılmış.

Coğrafi bütünlüğü önce Batının sömürge siyaseti sonucunda fiili sonra da Lozan Anlaşmasıyla hukuki olarak ortadan kaldırılmış.

Ümmeti dokuyan kavimler arasına milliyetçilik sendromu düşmanlıklar halinde zerk edilmiş, böylece müslüman topluluklar birbirinden koparılmış.

İşte böyle bir yapı müslüman toplumları için sömürülmeye en açık bir yapı idi ve öyle oldu. İslam toplumlarının açık ve kapalı sömürge toplumu yapısı, ezilmeleri günümüze kadar devam etti. Şimdi de bugünkü görüntüye bir göz atalım.

Büyük devlet yine yoktur.

Ümmet bütünlüğünü temsil eden müesseseleri yine yoktur.

Coğrafi yapıda asrın başından daha ileri bir seviye yoktur.

Ve İslam toplumları hala kardeşleşme zaruretini gönüllerinde uyandırabilmiş değillerdir.

Bu günün hakim emperyalist güçleri, İslam toplumlarından tam da bu yapıya uygun biçimlenmelerini istemektedir. Onlar da uyum göstermişlerdir. İslamlaşma hala geri plandadır. Bu böyle devam etmeyecektir. Sahibinin sesi halinde icrai faaliyet eden bu yürek sesini yansıtamasa da halk onu yansıtacak yollar bulacaktır. İslam toplumlarındaki kendi kimliğini bulma süreci hedefine ulaştığında ise bu bedeli İslam toplumlarını hakim dünya güçlerine ihale edenler ödeyecek.

İSLAMIN EVRENSEL GÜCÜ İÇİN

Türkiye, evrensel planda İslam’ın gücünü arkasında bulmak istiyorsa temel politikalarında yeni tercihlere yönelmek zorundadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

Ülke içinde İslam’a yönelik baskıları ortadan kaldırmak İslam’ı sınırlayan hukuki ve fiili ambargolara son vermek

Ne İslam ülkelerine, ne de Türki Cumhuriyetlere laiklik ihracı gibi Batı siparişi misyonlarla yaklaşmaktan vazgeçmek

Aksine, hem Türki Cumhuriyetlerde hem de İslam dünyasında, İslami yapılanmaları teşvik edici bir politika yürütmek

Önce kendi ülkemizden başlamak üzere, tüm İslam dünyası üzerindeki sömürge statülerini devre dışı bırakıcı ve İslam dünyasını gerçek bir bağımsızlığa götürecek politikalara öncülük etmek Türkiye’den ilk etapta beklenenler bunlardır. Bu yeni bir İslam dünyası inşa etmektir.

BÜYÜK ÜLKE- MARJİNAL ÜLKE

Yazar katılmış olduğu “İslam Halk Konferansı” nda diğer ülke temsilcileriyle temaslarında üzerinde kalmış olan intibayı şöyle özetliyor. “İslam toplumları, Türkiye’nin Batı kampında yer almasına, sistem olarak İslam’ı dışlayıp laikliği benimsemesine eleştiriler yöneltselerde, içten içe, Osmanlı dönemine özlemle bakıyorlar. Hilafet sorumluluğunu taşıyan bir Osmanlı, saygı odağı. İslam dünyasındaki perişanlığı tahlil eden sözler likle “Hilafet yıkıldıktan sonra …..” diye başlıyor. Yine İslam toplumları, “Türkiye’de hala, gelecek vadeden canlı bir İslami hayat bulunduğunu” işitince, büyük sevinç izhar ediyorlar. Fakat bunun yanında Türkiye’nin bu ülkelerdeki insanların gözündeki panoraması pek de iç açıcı değil. Şöyle:

Gözünü Batıya dikmiş, orijinal politika geliştiremeyen, her yeni dünya hadisesinde orada gelişecek politikaları bekleyen bir ülke…

Politikalarında korku-yoğun duygular yaşayan bir ülke. Özellikle İslam dünyasına yönelik ilişkilerinde her adım için “ Acaba batıda nasıl karşılanır?” endişesi içinde bir ülke.

Türkiye 21. Asırda hala marjinal bir ülke olarak kalmak istemiyorsa, büyük bir ülke olmayı hedefliyorsa yeni bir değerlendirme yapmak durumundadır.

Türkiye’nin gelişme hinterlandı batı değildir. Türkiye batı içinde kesinlikle büyüyemez.

Türkiye’nin tabii büyüme hinterlandı İslam coğrafyasıdır.

Bunun içinde İslamla birlikte büyüme yolu geliştirilmelidir.

Bu politikanın ilk örneklerini vermek için uygun fırsat şu anda mevcuttur.

21. yy. ın eşiğinde Türkiye çok önemli bir tercih noktasındadır. Hala batıya bağlılık antları gönderen iktidarlarla bu hayati tercihler yapılabilir mi? Bizim endişemiz bu noktada.

UFUKLARI OKUMAK

Ortak dış problemler:

İslam dünyasının önünde işbirliği yapması ve acilen çözülmesi için ağırlığını koyması gereken meseleler var: Kıbrıs, Filistin, Bosna-Hersek bunların başında geliyor.

İç problemler:

İslam dünyasının önünde, iki veya daha çok İslam ülkesini ilgilendiren iç problemler var. İslam ülkeleri arasında gelişen ilişkiler likle ümit edilen seviyede değil. Mesela ekonomik sömürgeleşmeye ve medya sömürgeleşmesine karşı tedbirler almak iç problemleri aşma konusunda atılacak olan en önemli ilk adımdır.

YENİ BİR STRATEJİ

Batı, tüm islam dünyasındaki kimlik dirilişini biçmek için yoğun kampanaya yürütüyor.

Batı, islam ülkelerini birbiriyle vuruşturmak ve güçlerini birbirine karşı kullandırmak için komplolar peşinde.

Batı, islam ülkelerini askeri-ekonomik tırmanışını engellemek için uğraşıyor.

Batı, islam ülkelerini içeriden çökertmek için her türlü iç fitneyi körüklüyor.

YENİ BİR POLİTİKANIN ÇEÇEVESİ

Oysa Türkiye, ortaya çıkan şartları, Osmanlı’nın çözülüş süreci içindeki duygulardan ve yarım asrı aşkın dış politikaya hakim olan psikolojiden kurtularak değerlendirmek zorunda. Bunun anlamı şudur:

Türkiye büyük devlet olabilir. Ya da bunu şöyle ifade edebiliriz: Türkiye, daha türdeş, birbiriyle daha akraba, daha sıcak ve samimi bir büyük dünyanın parçası olabilir.

Türkiye’nin Batı’ya yamulduğu şu iki asırlık dönem, zaafın ürettiği politikalar dönemidir. Sıhhatli değildir.

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan eski Sovyet hinterlandındaki Müslüman-Türk toprakları büyük bir ufuktur.

Türkiye, İslam dünyası ile ilişkiler bir an önce Batı etkilerinden kurtarmalı ve İslam şefkatinin rehberlik ettiği özgün bir politika geliştirmelidir.

Batı ile mutlak düşmanlığı öğütlüyor değiliz. Ancak Batı hinterlandı içinde bize büyüme yolunun açılmayacağını bilme gereğine işaret ediyoruz. Son söz: Türkiye, köklü, ciddi, tabuları dışlayan bir özeleştiriye yönelme zamanındadır.

UFKUMUZ NE KADAR ?

Olayların neresindeyiz?

Şu an cereyan eden ve gelecekteki dünya dengesini biçimlendirecek olan bazı gelişmeler var. Onlar üzerinde düşünelim:

Rusya’ya torpil

Sovyetler çözüldü. Amerika, bu ülkenin yerine kendisi için mutemed bir gücün sivrilmesini istedi. Bu rolü Yeltsin’e ve Rusya Federasyonu’na verdi.

Süper BM

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İngiltere’nin çağrısı ile bir zirve toplantısı yaptı. Amaç, BM’nin bundan sonraki dünya hadiselerinde daha etkin bir rol almasıydı. Hakim güçler BM’yi kendi politikalarının icra gücü halinde kullanma eğilimine giriyorlar. Aynı BM’nin, bir de, ABD’nin vetoları ile İsrail’e bir şey yapamadığını değerlendirdiğinizde çarpık yapı gün gibi ortaya çıkıyor.

İslam’a ambargo

Cezayir’e bölgede hakim güç odaklarınca oluşturulmuş yapıyı bir uçtan değiştirmeye yönelik ciddi bir gelişme oldu. Başka İslam ülkelerinde de, bu yönde filizlenmeler görülüyor. Bunun adı hakim güç odaklarının kitabında “kökten dinci, fundamantal, radikal İslam” diye geçiyor ve yok edilmesi gerekli bir oluşum olarak görülüyor. Sebebi taa Birinci Dünya savaşında oluşmuş statükonun İslam lehine ve hakim güçler aleyhine bozulması ihtimali…

Müslüman-Türk dünyası

Balkanlardan Asya’ya uzanan Müslüman-Türk dünyası yepyeni boyutlarla uluslararası politika arenasına giriyorlar. Bu bölgeler için Türkiye, kendi büyük gücünü oluşturma yolunda mı ilerleyecek, yoksa süper güçlerin gölgesine mi sığınacak?

İslam dünyası

Ümmetin parçalanması ana hedefti, öylede oldu. O zamandan beri Türkiye, ümmet bütünlüğü içinde görünmekten çekinir. İslam ülkeleri ile ilişkileri hep “laiklik rezervi” taşır.

Nükleer kontrol

Bunun bir başka boyutu, nükleer güce sahip olma noktasındaki tartışmalarla ilgilidir. Hakim güçler, bir “İslam bombası” karşısında olağanüstü duyarlılar.

KÜRESEL SÖMÜRGELEŞME YA DA…

Şu andaki “küreselleşme” olgusunun ideolojik boyutu ne? Kimliksiz, renksiz bir evrensellik mi yaşanıyor? Yoksa, gerçekten de masonluğun hedeflediği gibi, tüm dinleri aşan “insanlığın ortak kültürü” diye ifade edilebilecek yeni bir din oluştu da, o mu akıyor sınırlar ötesine? Bunun için “küreselleşme”nin hangi alanlarda yaşandığına bir bakmak lazım.

Kültür: İletişim araçları tüm dünyayı ortak bir kültür içinde eritmeğe yöneliyor. Peki bu kültürün ideolojik kimliği ne ? Michael Jackson dünyanın her yerinde…’’Amerika her gittiği yerde kendi türküsünü dinliyor.’’ Haber: CNN’nin verdiği veya Batılı ajansların telekslere akıttığı işte küresel kültürün çerçevesi. Küresel kültürün ideolojik kimliği belki tek kelime ile ifade edilemiyor. Ancak, kendi kültür kimliğimiz için “Yok edici” bir ‘’misyon ‘’ yüklendiği muhakkak.

Dış politika: “Küreselleşme” nin biçimlendireceği alanların başında ülkelerin “dış politika” sının olması beklenebilir. Bunu en çok da, bizim gibi İslam ülkelerinin anladığını söyleyebiliriz. “Dünyadan bağımsız bir iş yapamayız’’ sözü, bizim politikacılarımızın özdeyişi halindedir. Dış politikada küresellik, ülkelerin dış ilişkilerini amerikan eksenli bir nitelik kazandırıyor. Amerikan eksenine yaklaşanlar küresel uyumu, ters düşenler ise uyumsuzluğu temsil ediyorlar.

Ekonomi: Artık dev dünya şirketlerinin çağı yaşanıyor. Ahtapotun kolları Amerika’dan, Almanya’dan veya Japonya’dan uzanıp cebimize giriyor. Amerika’da üretim yapan şirketin dükkanı Çemişkezek’te açılıyor. Öyle bir yapı ki bu, küresel gelişmeleri okuyanlar yaşıyor, okuyamayan eleniyor. Gittikçe devleşen ve cüceleşen ekonomik kuruluşlardan söz edilebilir bu dünyada … Neden hala petrol gibi stratejik hammaddeler üzerinde Amerikan merkezli zengin ülkeler terörü vardır?

Askeri güç: Askeri güç konusunda bir başka dikkat çekici konu nükleer güç alanındaki çelişki: Bugün nükleer güç sahibi ülkeler, belli bir kampta buluşmuş gibiler. Bu kampın ortak özelliği İslam’ın yükselişine karşı oluşları. Ve bu güçler herhangi bir İslam ülkesini nükleer güce sahip olmasından büyük tedirginlik duyuyor.

Burada şu da söylenebilir: İslam dünyasına karşı, böyle şuurlu bir sömürgeleştirme eylemi söz konusu olmasa ve olağan bir etkileşimden söz edilse bile, küresel değerlerin hakim ideolojik karakteri gereği, İslam toplumlarının yaşayacağı, yine de bir sömürgeleşme süreci olacaktır. Bu sömürgeleşme sürecinden kurtulmak için tek şart, çağı okumaktır. Çağın büyüklüklerini kavramaktır. O büyüklüğe layık bir ümmet bütünlüğünü sağlamaktır. Bunun müesseselerini tez elden oluşturmaktır. Sömürge kimliğini atmak ilk ve tek çıkar yoldur. Ondan sonrası peş peşe gelecektir.

TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ

Türkiye-İran arasında “güven ortamı” nın inşasını engelleyen değişik sebepler üzerinde durulabilir. Bunları şöyle belirleyebiliriz:

Türkiye yönünden:

Türkiye bakımından başlıca engel, ülkede sistem planında İslam’a karşı tavırdır, denebilir. Türkiye,

ilişkilerde İslam’ı ortak payda olarak görmekten kaçınmaktadır.

İkinci engel, Türkiye’nin henüz Batılılaşmadan büyüme, yücelme imkanları bulunabildiği şuuruna

gelememiş, dolayısıyla Batı hinterlandından kurtulamamış olmasıdır.

Üçüncüsü, Türkiye’nin İslam ülkeleriyle ilişkide hala “Batı’yı ürkütme” endişesi taşıyor olmasıdır. Türkiye’de hala “Hilafetçilik, panislam görüntü verir miyim?” endişesi vardır.

İran yönünden:

İran İslam devrimi, hem kendi iç yapılanışında, hem dışa yönelişinde mezhebi karakterini ön plana çıkarmıştır. Devrim kadroları, bu noktada farklı açıklamalar yapsalar bile, ortaya çıkan görüntü budur.

Mezhebi karakter ön plana çıkınca ve peşinden İslam ülkelerine “devrim ihracı” başlayınca, İran birden bire tüm İslam ülkelerinde bir gerilimle karşılaşmıştır.

“Devrim ihracı” ortamı, İran’da, sistemin sağlıklı bir yapı oluşturmasının ürünü de değildir ne yazık ki. Aksine sistem henüz sağlıklı bir yapı oluşturamadan savaş ortamına sürüklenmiştir.

Dünyanın bugünkü şartlarında, bir İslam devrimi inşa etmenin ve daha da önemlisi onu ayakta durur hale getirmenin güçlüğünü teslim etmiyor değiliz. Ama, bunun da önceden görülmesi ve ona uygun tedbirler alınması gerekmez miydi?

GÜVEN SAĞLAYICI TEKLİFLER

Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye ile İran arasındaki güven ortamına nasıl gidilir? Şunları söyleyebiliriz:

Türkiye, İslam’a ilişkin rezervlerini bırakmalı ve toplumdaki İslami yönelişe paralel bir yapılanışı

gerçekleştirmelidir.

Türkiye, bölgede bir batı ucu gibi değil, Batı karşısında bir İslam sözcüsü olmaya yönelmelidir.

Türkiye halktaki İslam yönelişini engellemeği değil, büyütmeği hedef almalıdır.

İran’a gelince, bu ülkenin, yukarıda belirttiğimiz görüntülerde bir düzeltme çabasına girmesi gerekiyor.

“Güven” ortamı sağlamayı ilke olarak benimseyince, bunu inşa edici yolların kolaylıkla bulunabileceğine inanıyoruz.

“İslam devrimi” kimliğinin “milli çıkarlar”a perde olduğu veya mezhebi çizginin örtüsü haline geldiği intibaı vermekten kaçınılmalıdır.

İran, İslam’ı önce kendi bünyesinde iyi yaşamaya, iyi sistem kurmaya gayret etmelidir. Böyle bir süreç kendi ürünlerini gerçek olgunluğu içinde vermeye başlayabilirse yani İran İslamın bir saadet ülkesi hakine bu kendi etki alanını bulmaya başlayacaktır.

İran İslam ülkelerindeki İslami hareketlerin gelişimine kendi rengini verme politikasından vazgeçmelidir.

İSRAİLİN POLİTİKASI

İsrail’in Türkiye ile ilişkilerinin altında yatan gerçekler şunlardır:

Öncelikle Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin Araplarla endeksli gözükmesi son derece yanlıştır. Dolayısıyla Arapları sevmemiz gerektiğinde İsrail’le soğumamız, Araplara kızdığımızda İsrail’e yakınlaşmamız sağlıklı bir çizgi değildir. Araplar ucuz petrol verdiğinde İsrail’le ilişkileri gerecek buna karşılık İsrail daha pahalı bir vaatte bulunduğunda, Türk dış politikasına, bu noktada bölgenin kültür ve tarih yapısı hiç mi etkin bir unsur değil?

İsrail’le yakınlaşmayı öngören gerçeklerden bir kısmı Araplara yönelik bir buğuzu seslendiriyor. Sanki Türkiye’ye “Bu Araplardan hayır gelmez. Bak düşmanlık edenler bile var. Öyleyse sen Yahudilerle işbirliği yap” deniliyor.

Sovyet hakimiyetinden kurtularak bağımsızlaşmış Müslüman-Türk yurtlarında Amerika ve İsrail’le işbirliği yapma ve bunun için 50-100 milyar dolarlık ekonomik paketlerden söz etmek ise Müslüman-Türk dünyasında rakip ülkeler sunma girişimleri ile birleştirdiğinizde uluslararası güç odaklarının stratejik hesaplarını açık seçik görme imkanı ortaya çıkıyor.

Amerika’daki İsrail lobisi uzunca bir süredir Türkiye’nin önünde gene bir yağlı olta yemi olarak tutuyor. Bu yeme epey bir bedelde ödedi Türkiye.

Eğer böylesine mecburiyetler varsa Türkiye’nin dış politikasını şimdi de İsrail endeksli hale gelmesi kaçınılmazdır. Türkiye o zaman İsrail’e mecbur olacaktır.

Bunca gerekçenin altında birazda İsrail’i olağanüstü güçlü görme psikolojisi yatıyor. Sanki Türkiye’nin önünü açabilecek bir tılsım İsrail’in ve dünya Yahudi lobisinin elindeymiş gibi bir tavır…

Türkiye’yi İsrail’le sıcak ilişkiye mecbur gören bunca gerekçenin altında ayrıca Türkiye’nin özgün bir politika geliştiremeyeceği dünyadaki etki alanının buna müsait olmadığı, Ortadoğu’nun, İslam dünyasının ve Türk yurtlarının böyle özgün bir politika ile Türkiye etrafında yeni bir ağırlık merkezi haline getirilmeyeceği kanaati yatmaktadır.

NELER OLUYOR?

Olan biten ne? Bize göre özetle şu. Türkiye’nin önünde yeni ufuklar açıldığı, bir süredir, tüm dünyanın ortak kanaati halinde…Türkiye’deki siyasi kadrolar ise kendilerinde bu ufku taşıyacak birikim ve cesaret göremiyorlar. Bir yerlere yaslanmak yakın çağ politikalarının ana özelliği halinde. Uluslararası güç odakları, Türkiye siyasi kadrolarındaki bu aşağılık kompleksini bildikleri için onu değişik siyasi kombinasyonlara mecbur etmek üzere olaylar geliştiriyorlar. Bunun sonucunda Türkiye Amerika’ya mecbur oluyor. Türkiye’de toplumun yönetimler üzerindeki ağırlığı mı, seçimden seçime evet. Ama ondan sonra İsrail lobisi kadar etkili olduğunu sanmıyorum

BENZER YAZILAR

Microsoft, Windows Toplu Güncelleştirmesi KB5019980’in Neden Olduğu Hatayı Onayladı

Bir süredir Windows toplu güncelleştirmelerini yüklemenin riskli bir iş olduğunu biliyorduk ve şimdi Microsoft, yakın tarihli bir sürümün neden olduğu başka bir sorunu daha...

Netmask Nedir?

Netmask Nedir? Ağ maskesi ve alt ağ maskesi terimleri genellikle birbirinin yerine kullanılır. Bununla birlikte, alt ağ maskeleri öncelikle ağ yapılandırmalarında kullanılırken, ağ maskeleri tipik...

ADI AYLİN

KİTABIN ADI........................... ...............ADI AYLİNKİTABIN YAZARI........................ .............Ayşe KULİNYAYINEVİ VE ADRESİ........................ .......Remzi Kitapevi AŞ. Selvili Mescit Sok.3 CAĞALOĞLU / İSTANBULBASIM TARİHİ........................ ................1999KİTABIN ÖZETİ :Aylin, Amerikan kız...

POPÜLER YAZILAR

Lazer Hassasiyeti, NASA’nın Navigasyon Doppler Lidar’ı ile Ay Keşifleriyle Buluşuyor

NASAAy gösterisi için hazırlanan Navigasyon Doppler Lidar teknolojisi, uzay araştırmalarının ötesinde sonuçları olan iniş teknolojisindeki ilerlemeleri vurguluyor. Bu ayın sonlarında, NASA'nın ticari ay teslimat hizmetleri...

Ay, Mars ve Ötesi için Öncü Fisyon Enerjisi

NASA özerklik, güvenlik ve uzun vadeli çalışmaya odaklanarak Ay için bir nükleer fisyon reaktörü geliştirmeye yönelik Fisyon Yüzey Enerjisi Projesi ile ilerliyor. Bu çaba,...

Yeni Nesil OLED Teknolojisinin Arkasındaki Sır

Durham Üniversitesi'ndeki bilim adamlarının yeni bir araştırması, daha parlak, daha verimli ve daha kararlı mavi organik ışık yayan diyotlara (OLED'ler) doğru beklenmedik bir yolu...

SEC’in X hesabı, Bitcoin ETF onayına ilişkin sahte haberler yayınlamak için saldırıya uğradı

Birisi, ABD Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu'nun (SEC) X (eski adıyla Twitter) hesabını ele geçirdi ve kurumun, kayıtlı ulusal güvenlik borsalarında Bitcoin ETF'lerinin (borsada...