GİRİŞ
Bu araştırma Türkiye’deki simgeleriyle geleneğin, kültürün ve zamanın tam ortasında yer alan bir dönemde birçok Yeşilçam filmlerinde ve romanlarda ağırlıklı olarak görülen ve toplumun tam da kendini çocukla ifade ettiği bir zamanda ve mekânda ‘piçlik’,’tecavüz’ gibi simgelerin toplum içerisinde yer alan iffet ve namusun ne anlama geldiğinin açıklanmasını amaçlıyor. Bunun dışında olarak toplumdaki yansımasıyla 1915 Ermeni Tehciri’nin var olduğunun kabulünde Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkinin Türkiye’de aydın kesim içinde ve normal vatandaşlar arasında nasıl yansıdığı üzerinde durulduğunun açıklanmaya çalışılmasını içeriyor.
KONU
1915 Tehciri’yle bir kadınla (Şuşan), iki aileyi (iki toplumu) birbirine bağlayan kimlik ve kimliğin açımlanmasında bir toplumun kendini silmeye (Kazancı-Türk),bir diğerinin kendini var etmek için kimliğini kabul ettirmeye ve anımsamaya muhtaç göründüğü iki toplum yapısının ve hayat hikâyesinin açıklanmaya çalışılması söz konusudur.
AMAÇ
Bu araştırmada Elif Şafak’ın Baba ve Piç adlı romanı üzerinde Türklük, Ermenilik, piçlik, tecavüz gibi kavramlar etrafında Kazancı ve Çakmakçıyan aileleri üzerinde var olan kimlik metaforunun sosyolojik açıdan karakterlerinin analiz edilip açıklanmasını amaçlamaktadır.Yine olarak Türkiye,özel olarak Türk toplumu ve yine olarak Ermeniler ve özel olarak Ermeni sorunu,Türkiye’nin kendi içerisindeki devinim aşamaları gibi konular her bir karakterin bir simge kabul edilerek analiz edinilmesi amaçlanmaktadır.
YAZAR HAKKINDA
Strasbourg doğumlu Elif Şafak ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde, doktorasını ise siyaset bilimi alanında tamamladı. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu’yu 1994’te yayımladı. İlk romanı Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi (2000). Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı. Med-Cezir’de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006’da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Düzenli olarak Zaman gazetesinde ve Tempo dergisinde yazan, makaleleri yabancı gazete ve dergilerde çıkan ve on beşten fazla dile çevrilen Elif Şafak’ın romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmakta.
Periyodik yazıları:
Salı günleri Zaman kültür sanat sayfası
Pazar günleri Zaman Pazar eki
Haftalık Tempo dergisi
KİTABIN ÖZETİ
Roman, İstanbul’da Kazancı ailesinde Zeliha’nın gayr-i meşru çocuğunu kürtaj ettirmek için jinekologa gitmesiyle ve kürtajdan vazgeçmesiyle başlıyor. Zeliha 19 yaşında geleneğin, toplumun, dinin, kültürün, ailenin dışında, isyankâr bir karakterdir.
Kazancı ailesi ‘kadın’lardan oluşan bir ailedir. Erkekler genç yaşlarında ölümleriyle iz bırakmıştır burada. Kazancı ailesi kurşuncu cicianne, geleneksel anne Gülsüm, falcı ama aynı zamanda cinleriyle kafayı bozan Banu, tarih öğretmeni Cevriye, psikolojik problemleri olan Feride, ailenin tümünün dışında Zeliha, biricik erkek oğlan Mustafa ve her kuşak değişen kedilerden oluşmaktadır.
Roman buradan sonra Amerika’ya kayıyor. Rose geçmişte bir Ermeni’yle evlenmiş olan ilk evliliğindeki hayal kırıklıkları olan o evliliğinden bir de kız çocuğu bulunan Amerikalı bir kadındır. Romanın ana hatlarıyla baktığımızda Mustafa’yla evlenmesi Türkler (Kazancılar) ve Ermeniler (Çakmakçıyanlar) arasında geçişi sağlamakta gibi görünmektedir.
Roman buradan sonra ve Çakmakçıyan ailesinin kızı Armanuş’un kendi kimliğini araştırmak için (Ermeni mi Amerikalı mı olduğunu araştırmak için) İstanbul’a üvey babasının evine (Mustafa) anne (Rose) ve babasından (Barsam) habersiz gidip Kazancı ailesinin gayr-i meşru çocuğu Asya ile arkadaşlık kurmasıyla devam ediyor. Buradan sonra Armanuş’un babaannesinin (Şuşan) ölmesiyle yalanının ortaya çıkmasıyla üvey babası ve annesinin İstanbul’a gelmesiyle devam ediyor. Roman buradan sonra gizli kalmış birçok şeyin abluğa çıkmasıyla devam ediyor. Kazancı ve Çakmakçıyan aileleri arasındaki akrabalık (Şuşan’ın hem Levent Kazancı’yı doğurup kaçması hem de Çakmakçıyan ailesinin babaannesi olması) Mustafa’nın Zeliha’ya tecavüzü ve romandaki sıkça dile gelen imgesiyle ve ‘piç’liğin ve tecavüzün Türkiye’deki imgesi üzerinde durulur. Roman tam da burada geldiklerinin üçüncü gününde Mustafa’nın ölmesi ve Zeliha’nın kızının kulağına gerçeği fısıldamasıyla teyze ile dayı figürleri arasında Asya için arafta son bulur. Ve romanın başlangıcından beri üzerinde durulan piçlik adı altındaki söylemler artık yer bulmuştur.
KARAKTER ANALİZİ
ASYA: nihilist, zeki, dikkafalı, zındık, sivri dilli, pervasız
Roman içersinde Asya adlı karakterin yeri çok önemlidir. Asya Türk toplumunun protetipini bize verir. Geçmişi daraltıcı ama aynı zamanda geçmişi hayal gücüyle doldurmaya çalışan; belleksizliği var olma kaygısıyla eşdeğer görendir. Türkiye içerisinde Batılılaşmaya geç kalmış zihniyetteki toplum kendine bir önder olarak ‘baba’ karakterini seçmektedir. Babayı Türk toplumuna uyarladığımızda bu devlettir. Oysa romanda babasız olmak bir anlamda geçmişin izlerini silmek, Türk toplumunun görmezden geldiği gerçeklik olan romanın ana eksenini oluşturan geride bırakılmışlık, unutulmuşluk toplum içerisindeki hep yadırganmışlık konumlarından kaynaklıdır. Piçlik bir acizlik metaforu içinde Türk toplumunun yıllarca kendini yoksun gördüğü, bir dışlanmışlıktan öte bir şey değildir. Piçlik Batıdan geri kalınmışlığı kimliksizlikle silmeye çalışan boşlukları doldurmaya çalışan bir toplumun zihniyetidir. 1980’ler Türkiye’sinde kendisini devlet ve çocukla simgeleyen toplumun öte bir zihniyette kendini ifa edecek değerlerden yoksun bırakılması, bir kimlik bunalımıdır.
Kazancı ailesinin son kuşak kadınıdır Asya. Bütün aile fertlerinin kadın olduğu bir aileden arta kalandır. Ancak Türk toplumunun ataerkil bir yapısı içerisinde anne merkezli ailenin roman içerisinde sunulması düşündürücüdür.
Annesinden çirkin oluşu onun annesine benzemek istememesi ama uzaklaşmaya çalıştıkça daha çok yaklaşıyor olması da roman içerisinde dikkat çeken yanlardandır. Bunun yanında Asya’nın hemcinsini sevmemesi onu bağlı olduğu değerlerden koparan bir nicelik olarak ‘öteki’ konumunda düşünülmesini sağlamaktadır. Asya aynı zamanda Alkolik Karikatürist ile ilişkisini ondan saklananlara karşı onun da saklayacağı bir öç alma gibi görür.
Armanuş’un İstanbul’a gelmesiyle geçmişinden kaçılan kimlik Asya için çokça sorgulanır olur. Dile getirmek istemediği kaçtığı şeyler yaşın ardına sığındığı gerçeklikler oluverir. Ermeniler karşısında Türk olabilmek hem kendi kimliğinden hem de Türklük kimliğin nerde olması gerekliliğinin abluğa çıkmasıyla ilgilidir. Yazar burada bir anlamda kendi bilinçaltındakini dışarı vurur. Kendi babasız oluşunu roman karakteriyle özdeşleştirir.
Yine ailenin Asya’yı roman içerisinde çeşitli kurslara gönderiyor oluşu Türkiye’deki ailelerin bir nevi kendi yapamadıklarını çocuklarında görmeleri aynı zamanda kendini Batılılaşmış olarak görmek isteyen Türk toplumu için statü atlamayı sağlayan bir araçtır.
ARMANUŞ: uysal, güler yüzlü, meraklı, girişken, zeki, milliyetçi
Roman içerisinde ikinci ana eksen Armanuş adlı karakter üzerindedir. Çakmakçıyan ailesinin bircik kızı, Kazancı ailesinin biricik erkek evladı Mustafa’nın üvey kızı, Ermenilerin bir anlamda temsilcisi gibidir. Armanuş bu anlamda anımsayıcıdır. Ermenilik var olma kaygısı, toplayıcı, birleştirici bir unsurun var olmasıdır.
Armanuş Asya gibi son kuşak temsilcidir. Hayatta kalacak bağlayıcı bir unsur bulmak, kimliğini sorgulamak için yıllarca ardına sığınmış olduğu değerlerini araştırmak üzere annesi (Amerikalı) ve babasından (Ermeni) habersiz üvey babasının evine gittiğinde aslında iki aile arasında saklı kalmış birçok şey artık çözülecektir. Bu anlamda Armanuş bize kilit noktayı verir. Türk’ün de kendi kimliğini sorgulamasına yardımcı olur.
Armanuş Asya’nın bir anlamda zıddıdır. Ailesine bağlı oluşu, geçmişini bularak kendini var etmeye çalışışı, fiziksel olarak güzel oluşu onu ilk başta Asya’dan ayıran göze çarpan özellikleridir. Bu taraftan bakıldığında Şafak tamamlayıcı karakter olarak onu bize sunmuştur.
Sanal kafelerde (Cafe Constantinopolis) ve Türkiye içerisinde Ermeni Tehciri’ni anlatması ancak bunlara bir karşılık bulamaması olanı kabul etmek ve bunun üzerinde yoğunlaşma kaygısındandır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana hep sorgulanmamışların var olduğu dayatılanın kabul edilip benimsendiği bir toplumun özelliğini vermektedir.
ZELİHA: zındık, zeki, dikkafalı, bağımsız, güçlü, soğukkanlı, sivridilli, pervasız, agnostik
Zeliha bütün şekillenmelerin içinde oluştuğu bir dar kapsamı bize vermektedir. Toplum içerisinde kızıyla birlikte ‘kötü’ olan yani öteki olandır. Zeliha bir doğum sancısını da beraberinde getirendir. Türk sinemalarında ve 70-80’lerdeki Türk toplumunu romanlarında geride bırakılmışlığı piçlik ve tecavüzle şekillendirendir. Zeliha Türk toplumunda Batılılaşmaya geç kalmış hayalinin hem kendisi hem kızıyla benlik sancısıyla feragat edilendir. Yine hep erkek olması ümidiyle doğurulan çocuklar arsından tek isyan edendir. Bu anlamda aykırıdır; çünkü erkekler Türk toplumunda olduğu gibi Kazancı ailesinin de gözdesidir. Diğerlerinin aksine erkek kardeşini Mustafa’yı el üstünde tutmaz onu küçümser. Tecavüzün meydana gelmesiyle hem onu korumak hem de üstünü örtmek onun esas kaygısıdır. Kadın olmak Türk toplumunda bir acizlik, bir olmamışlık olarak görülür. Bu yüzden bu toplumda ve diğer toplumlarda olduğu gibi değerleri içerisinde kadınlar kadın olmak istemez.
Dış görünüşü de toplumdaki düşüncelerinin yanı sıra ötekilenmesindeki bir nedeni daha oluşturur. Mini etekler, makyajlar, abartılı takılar ve topuklu ayakkabılarla muhafazakar bir toplumda dışlanmışlığının bir hazırlayıcını da yine oluşturmaktadır.
Dövme işçiliği yapması totem inancı olarak çeşitli figürler altından bırakılanlara derin anlamlar yüklenildiği yer olarak görülebilir. Çocuklukta bırakılan bir din algısı mevcuttur. Bu da ileride karşılaşacağı olaylardaki esas bakışı aldatıldığını savunması itibariyle hayatından soyutlamış olmasındandır.
MUSTAFA: Sessiz, evde şımarık ama dışarıda pasif, bencil
Kazancı ailesinin tek erkek evladı, iki kültür (Ermeni-Türk) arasında geçişi bize verendir. Onda da geçmişin izlerini silmek var olma kaygısıyla eşdeğer görülür.
Kitap içerisinde erkek karakterlerin yeri çok yoktur. Mustafa, kadın ağırlıklı olan aileden tek erkek çocuk olarak dünyaya gelmiştir. Böylece Türklük’ün ve gelenekselliğin bir taşıyıcısı olarak erkek çocuk olma ayrıcalığına sahiptir. Bu aile içerisinde geleneksellik zemininde bir ayrıcalık bir statü kaynağı iken; dışarıda ise normal bir kişi olmayı kaldıramamasını doğurmaktadır.
İki ailenin kaderlerini belirleyici bir yeri diğer karakterler gibi söz konusudur. Rose ile evlenmesi geçmişinde Türk kimliğinden olması, eşinin geçmişi ile de eski eşi (Ermeni) arasında bağ kurar. Böylece yazar düğümlerin ucunu birbirine bağlamış olur. Aile içerisinde herkes tarafından pohpoflanan Mustafa kız kardeşi Zeliha tarafından hor görülendir. Lakin aile içerisinde bütün erkeklerin başına gelecek aynı yazgı onun da başına gelecektir. Hem de tam da kaçmayı istediği yerde: İstanbul’da. İstanbul roman içerisinde her şeyin başlangıcı ve bitişini oluşturan bir Araf’tan öteye geçemeyecektir. Mustafa düğüm noktası olma özelliği ile romanın sonunda aşureyi yemesiyle ölümünün gerçekleşiyor olmasını doğuracaktır.
BANU TEYZE: Aşırı derecede dindar, adaletli, falcı
Banu Teyze roman içerisinde cinlerle kafayı bozan bir karakter olarak sunulmuştur. Başından sonuna kadar sağ ve sol omzunda iki cin vardır. Ağulu Bey (sol), Şekerşerbet Hanım (sağ). Ağulu Bey kötü cin iken, Şekerşerbet hanım iyi cindir. Banu Teyze kötüyü yok etmek noktasında her zaman iyilerin yardımcı olamayacağını savunarak kötülerin de gerekliliğini savunur.
Banu Teyze falcıdır. Romanın sonunda da düğümlerin çözülüşünde de Şafak cinlerin yardımıyla da roman içerisinde yer alan bütün gizemlerin çözülmesini sağlayacaktır. Asya’nın babasının kim olduğunun önceden bilinmesinin de Ermeni Tehciri’nin gerçekten yapılıp yapılmamasında da gerçeği bilen kişi yine o olacaktır. Şafak bu konularda hep bir aralık kapı bırakmıştır. Roman içerisinde kesin bir hüküm yoktur. Çünkü bu bilinenler hiçbir zaman gerçeğe dökülmemiştir. Banu Teyze en büyük çocuk olarak romanın düğümünü çözümleyici gelenekselliğin de ifadesi olarak aşureyi Mustafa’ya vererek ölümüne sebep olucu simgenin de ön hazırlayıcısıdır.
CEVRİYE TEYZE: Kültürlü, disiplinli, sıradan, kasvetli, gamlı, militarist
Eski bir tarih öğretmeni olarak hayatta hep olmamışlıklarla uğraşan soru sormaktan çok cevap vermeye alışkın biri olarak Türk toplumunun sorgulanmayan ve sorgulanmayı bilmeyen belki de sorgulamaya nerden başlayacağını bilmeyen aydın kesimi oluşturur. Bu itibarla burada da belirtildiği üzere sorgulamaz, verilenlerle yetinir geçmişi hayal gücüyle doldurur. Yalnız tezat şudur ki Ermeni meselesi tartışılırken hiçbir fikir öne sürememesi romanı bu yönüyle ironik kılmaktadır.
Baba ocağını bir sığınma yeri gibi gören kız kardeşleri gibi o da Kazancı ailesine sığınmıştır. Aile üyelerinin aksine yüksekokul okumuş ve kültürlüdür.
BARSAM: Diğerkâm, egosuz.
Ermeni ailesinin tek erkek evladı olarak Mustafa’nın karşısındadır. Bu ikisi arasındaki bağlayıcılığı eski karısı Rose ile yapar. Ancak Mustafa’nın aksine bütün toplumlarda var olmasının beklenildiği bir erkek karakteri oluşturur.
Barsam da Mustafa gibi her şeye boyun eğen olanları kabul etmeyi karşı durmaya karşı kendine yeğ tutandır. Bu itibarla erkekleri roman içerisinde çok belirleyici ve bağlayıcı özelliklerinin olmadığını görüyoruz.
CAFE KUNDURA: Zekiler, bağımsızlar, hafif meşreftirler.
Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayr-i Milliyetçi Senaristi, Gizli Gay Köşe Yazarı, Alkolik Karikatürist, Olağanüstü Yeteneksiz Şair ve Asya’dan oluşmaktadır. özelikleri ile baktığımız da kimsenin düzeltmeye çalışmadığı koma halinde bir bezginlik hali, modern ama bezgin görünen müşterinin haksız sahibinin her daim haklı olduğu, garsona kötü görünmek için para verilmesi gibi tezat değerleri olan bir yerdir. Burada mekân çok önemli olmasına rağmen zaman kavramı muğlâktır. Burası Türkiye’deki entel tayfanın kendini hapsettiği o dar alanı simgeleyen müdavimleri oluşturur. Buradaki kişiler düşünce olarak yeterli olmalarına rağmen hiçbir yere varamayan ve başkalarını suçlamak üzerine kurulu tartışmalarla olarak kendilerini topluma kabul ettirenlerdir. Çok fazla bilgileri yoktur, sadece hayata belirli bir noktadadır. Örneğin Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayr-i Milliyetçi Senaristi meslek itibariyle milliyetçi olmasına karşılık tercih olarak nihilisttir. Buradaki insanlar tezatlar içerisinde kendilerini toplumda ayırıcı bir kesim olarak ifade ederler.
KURAMLAR HAKKINDA
-KOLLEKTİF BİLİNÇ
Durkheim, toplumu kolektif temsillerden- bireysel bilincin özelliklerine indirgenemeyecek zihinsel durumlardan- oluşan ahlaksal bir varlık olarak kavramlaştırmaya başlar. Bu değişimin ölçüsü Durkheim’ın 1897 yılında Antonio Labriola’nın Essays on the Materialist Conception of History adlı eseri üzerine yazdığı eleştiride kayıtlıdır. Toplumsal bilinci meydana getiren ortak amaçlar ve duygular, bireylerin kendilerinin yarattığı inanç ve duygular olmayıp toplumdan edindikleri bütünleştirici unsurlardır. Yani kolektif bilincin kaynağı toplumdur. Bu nedenle kolektif bilinç, bireysel bilinçlerin basit bir toplamı olmayıp, bireysel bilinçlerin üstündedir. Toplumsal hayatları düzenleyen kolektif bilinç, aynı zamanda yaptırım gücüne de sahiptir.
K.Manheim yine bu konuda İdeoloji ve Ütopya adlı eserinde bilince toplumsal bir içerik yükleyerek, insan bilincini kendi toplumsal varlığını belirlediğini söyler. Aksine insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini söyler.
Hamilton da bilincin toplumsal boyutuna vurgu yapar. Ona göre bilinç, her şeyden önce toplumsal olayların yeni toplumsal yaşamın ürünüdür. Toplumun ortak zihinsel süreçlerinin bileşkesidir. Bilinci oluşturan en temel dinamik toplumsal koşullar ve toplumsal yaşam deneyimleridir.
-CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ
Randall Collins (1971) kadın ve erkekler arasında doğasında bulunan bir menfaat çatışması olduğunu ve cinsiyet rollerinin bir grubun diğerine egemen olma mekanizması olarak kullanılabileceğini vurgulamıştır. Sosyalleşme süreci boyunca gücün belirgin olmayan biçimi kullanılır ve kontrol elde edilir. Bireyler bu doğrultuda toplumdaki egemen grubun menfaatine olanları istemeyi öğrenir. Toplumların çoğunda kadın, erkeğin egemenliğini kabul etmeyi öğrenip içselleştirir ve böyle bir egemenliğe inandığından yaşamındaki ikincil konumu uygun, hatta arzu edilebilir bulur ya da başka hiçbir seçeneği olmadığı duygusunu taşır (Sullivan, 2003: 227). Çatışma teorisyenleri geleneksel rollerin başlangıç kökenleri hakkında fonksiyonalistlerle görüş birliği içerisinde olmalarına rağmen, bu rollerin modern toplumlarda çağın gerisinde kaldığını benimsemektedirler.
Eagly’e (1983) göre kadın ve erkeğe toplum içinde farklı statüler verilmiştir. Hiyerarşik yapı içinde erkekler daha yüksek statülü rollere sahiptir. Bu farklılık kadın ve erkek için belirlenen kalıpyargıları ve dolayısıyla her iki cinsiyetin kendisinden ve diğer cinsiyetten beklediği davranış ve özellikleri de etkilemektedir. Böylece sosyal rolleri farklı olduğu için kadın ve erkek arasında farklılıklar oluşmaktadır.
-BELLEK VE SÜREKLİLİK
Bergson belleği yapısı ve sürekliliği bakımından iki şekilde açıklar: birincisi gövdeye bağlı, sürekli yinelemelerden oluşan, kendiliğinden sürüp gitmesine vurgu yapan ikincisi ise anıların imgeleriyle ilişkilidir yani salt bellekle. Bergson’da geçmiş kendi içinde kapalı bir alan değildir. Şimdi olmaksızın geçmiş tanımlamak ve yaşamak olanaksızdır. Arkadan gelen an, öncekinin bellekteki kalan içeriğidir. Bu anlamda iki bellek vardır: anımsayıcı bellek ve daraltıcı bellek.
YORUMLAMA
Durkheim’in toplumun ortak duygu, düşünce ve normlar üzerinde şekillendirdiği kolektif bilinç kavramı Baba ve Piç adlı romanda iki toplumun kendi kimliklerini ifade ediş tarzlarında kullandıkları simgelerle uyumludur. Türk toplumunun roman içerisinde anlatımını gördüğümüz Asya adlı karakterinin kendi içinde bir kimlik sancısı olarak gördüğü geçmişini unutmak Türk toplumunun Kemalizm ile gelen Batılaşma sevdası ama aynı zamanda geçmişin unutulmasından doğan geleneksek/muhafazakar toplum yapısını da kaybetmekten korkması Kazancı ailelerinin fertleri arasında da kimliğin nerede olması gerektiği konusundaki bilincin farklılaşmasını doğurur. Ancak Ermeni toplumunun kimliksizliği ifade edilirken kendilerine bir kimlik yaratma ortak bilinç etrafında şekillenen Ermeni dana gelen bir aidiyet duygusudur. Bugün Ermenistan diye büyük bir ülke yoktur. Ermeniler kendilerini bir arada tutacak bir yol olarak bu katliamı kullanmaktadırlar. Kolektif bilinci burada devreye girer. Buna karşın Ermeniler olarak Türklerin bunu kabul etmelerini istemiyor gibi görünürler. Çünkü ortak bir kimlik yaratılırken bunun olması kendilerinin var olmalarını sağlayacak olan bilinçlerinin de yok olmasını sağlayacaktır.
Roman içerisinde esas duruş noktasında dikkati çeken Elif Şafak’ın ikili bir eksende iki farklı toplumu anlatırken Ermeni Tehcir’ini Ermeniler savunurken Türklerin bu konuda hiçbir şey bilmemesidir. Belki de kitabın adında yer alan ve daha sonra da her şeyin üzerinde temellendiği duruş noktası “piç”lik babasını bilmeyen bir toplumun kendi geçmişini de bilmekten çekinmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de bahsettiğim bu bilinç kavramı yarı Kemalist yarı geleneksel/muhafazakar olan bir toplumun kendi aidiyetini nerede gerçekleştirdiğini bilmememsinden kaynaklı birer gerçek gibi görünmektedir.
Roman içerisindeki cinsiyet temasına baktığımızda, Collins ve Eagly baktığımızda toplum içerisinde erkek ve kadınlara cinsiyetlerinden kaynaklı farklı statüler verilmiştir. Bu farklı statüler ve değerler geçmişte daha belirleyici olmasına karşılık günümüzde ise daha az belirleyicilik kazanmıştır. Erkek egemen bir toplumda kadının yerini Elif Şafak azımsanamayacak kadar çok şekilde vererek aslında toplumun da bakışına bir anlamda farklılık kazandırmaktadır. Burada bu konu en çok Zeliha adlı karakterde kendini belli eder. Zeliha toplum değerlerinden uzakta hem karşı cinslere hem de hemcinslerine kafa tutarak hem ezik olmamak hem de ezikliği kınamaktadır.
Darwin’in cinsiyet üzerindeki çalışmalarına da bakılacak olursa roman içerisindeki bir diğer karakter Levent Kazancı çocukların kız ya da erkek olmasını toplum içersindeki soyu sürdürme bir statü kaynağı olarak görülen toplum değerlerini de sorgulayıcı nitelikteki bir veridir.
Elif Şafak ancak burada daha önce de bahsettiğim gibi doğal bir ayıklanma gibi görülen kadınların ayıklanmasını erkeklerin buna karşılık daha üstün görülmesini eleştirir. Erkekler roman içerisinde azımsayamayacak kadar azdır. Bu biraz da Elif Şafak’ın kendi bilinç altından yola çıkarak temellendirdiği bir durumdur; çünkü kendisi ve annesi babası tarafından terk edilmiştir. Bu terkedilmişlik kendini erkek egemen bir toplumda farklı bir duruş noktasına itmesine de yardımcı olacaktır. Yine Elif Şafak Banu adlı karakterde onun cinlerini tanıtırken iki farlı cins ortaya koyar: Ağulu Bey (kötü), Şekerşerbet Hanım (iyi). Erkeklerin toplum içerisinde kadınlarla eşit şekilde bulunmaması roman içerisinde birçok yerde bu gibi eleştiri noktalarına maruz kalmaktadır.
Bergson’un ikili benlik kuramına göre var olan anımsayıcı ve daraltıcı bellekler Ermeni-Türk ilişkileri çerçevesinde roman içerisinde Armanuş ve Asya karakterleri içerisinde kendine değer bulur. Daraltıcı belleği oluşturanlar kimliği kimliksiz olmakla özdeş gören Türkiye’yi temsil eden Kazancı Ailesidir. Burada piçlik, tecavüz, babanın bilinmemesi gibi faktörler geçmişi unutmak konusunda dayanak noktası gösterilmiştir. Ermenilerin kendi kimliklerini ifade ederken kullandıkları anımsayıcı bellek bir metafor olarak kimliksizliği geçmişi anmak olarak ifade ederler. Bugün Ermeniler büyük bir devlet değillerdir. Her yeri dağılmış küçük gruplar olarak yaşamaktadırlar. Bu da millet kimliğini unutmamak için seçtikleri bir yoldur. Ermeniler bugün Diasponi denilen yeri (Erzurum, Kars, Batum vb.) kendi toprakları olarak sanılarak kendilerine bir vatan yaratmaya çalışmaktadırlar.
BABA VE PİÇE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Baba ve Piç’in yayınlanmasıyla birlikte birçok eleştiri söz konusu olmuştur. Bunlardan bazıları seçilerek aşağıda sunulmuştur:
“Göçebelik, kimliksizlik, belleksizlik, varlıkla yokluk, iç ve dış, hayat ve ölüm, dolu ile boş, yerlilik, yabancılık, zıtların benzerliği, bölünmedeki bütünlük, birlik ve parçalanma kavramları halesinde eserlerini ören ve göçebe ruhunu karakterlerine yansıtan Elif Şafak; kozmopolit, heterojen, çok boyutlu bir dünya arayışıyla, romanları boyunca ara dünyaların keşfinde, akılcılığın aralarına güven verici sınırlar koyarak aralarından su bile sızmasını istemediğimiz gerçeklerin iç içe geçmiş ve birbirine karışmış (ebru modeli) olduğu bir araf üzerine bina ediyor yeni romanı Baba ve Piç’i de. Çok çağrışımlı, müstehzi metaforlarla temellendirilmiş, acımasız ironilerle çağrışımsallaştırılmış, farklı okumalara açılan bir roman Baba ve Piç; hafızaya, unutulanlara, hatırlananlara, gizlere, suskunluğa, sırlara dair bir kuşak romanı; Türkiye deki milliyetçi ve cinsiyetçi ideolojiye neşter savuran sivri dilli bir anlatı…
Bir kavramı, bir hâli hem gerçek, hem mecaz anlamıyla kullanarak dünyayı çoksesli bir estetiğin içinden alımlayan Şafak, iki önemli Bakhtinyen kavramı kullanır Baba ve Piç’te: Polifoni (çokseslilik) ile heteroglossia (değişik dil ve söylemlerin bir arada bulunup çarpışması). (1)”
Romanın çoksesli olmasına eleştiriler ise şöyledir:
“Başka insanların bilinçleri nesneler olarak veya şeyler olarak algılanamaz, tahlil edilemez, tanımlanamaz – onlarla yalnızca diyalojik olarak ilişki kurabilir. Onlar hakkında düşünmek onlarla konuşmak anlamına gelir; aksi halde, bize derhal nesne(l)eşmiş yüzlerini çevirirler: Sessizliğe gömülür, kapanırlar, kemikleşip bitmiş, nesne(l)eşmiş imgeler haline gelirler. Çoksesli bir romanın yazarından muazzam ve yoğun bir diyalojik etkinlik beklenir. (2)”
Ermeni meselesine ait eleştiriler ise şöyledir:
Ermeni meselesi, tarihsel olduğu kadar sosyolojik de bir mesele. Ama ne kadar gündemde olursa olsun, konuya özellikle eğilmeyen okurlar için biraz sıkıcı. Bu sorunu nasıl aşabiliriz? Fonksiyonelliği kanıtlanmış bir yöntemle; büyü, fal, muska, cin vesaire… Doğu dediğin nedir ki zaten, bolca batıl itikat, biraz baharat, Binbir Gece Masalları ve Aladdin’in Sihirli Lâmbası… Elif Şafak Banu Teyze karakteri üzerinden, romanına mistik bir yan katarak cinlere yol vermiş. Sağ omzundaki Ağulu Bey adlı cine, Ermeni soykırımının gerçekten yaşanıp yaşanmadığını soruyor Banu Teyze. Bu sorgulamada, yazar tarafından hiçbir mizahi yaklaşımın sergilenmediğini söylemek şart.
Benzer şekilde, Benjamin, Adorno, Gramsci, Zizek ve Deleuze okuyan ve soyutlamaları sevdiğini söyleyen Asya, “Ermeni soykırımı diye bir şey duymadınız mı hiç?” gibi bir soruya “Ben daha on dokuz yaşındayım,” diye cevap veriyor. Şu haliyle mizahi ve de ironik sayılabilecek bu diyalog, yazarın özel çabasıyla fevkalade ciddi bir amaç uğruna, Türklerin meseleye yaklaşımını resmetmek adına kullanılıyor. Burada da, romanın inde olduğu gibi, istihzadan eser yok.
“Ermeniler için zaman bir çemberdi; geçmişin şimdide yeniden doğduğu, şimdinin geleceği doğurduğu bir döngüydü. Halbuki Türkler için zaman pek çok yerinden bölünmüş, kesik kesik bir çizgi gibiydi; geçmiş belirli bir noktada sona eriyor, şimdi sıfırdan başlayıveriyordu.”
Hülasa, ‘müstehzi metaforlarla temellendirilmiş, acımasız ironilerle çağrışımsallaştırılmış’ gibi bir tespit ile ucundan kıyısından bir alâkası yok Baba ve Piç’in… Ancak eleştirmenin yaptığı tespitin, romanın kendisinden daha müstehzi durduğunu söyleyebiliriz gönül rahatlığıyla…
Gelenekselliğin yansıması olarak aşure ve yiyecekler:
“Romandaki bölüm adları aşure malzemelerinden oluşuyor. Yiyecekleri Şafak roman boyunca farklı anlamlarda kullanıyor. En başta Ermeni ve Türk mutfaklarının yakınlığı ama çok daha yoğun olarak ailenin yemek masası etrafında toplanması ve farklı ailelerin yemek alışkanlıklarındaki benzerlikler olarak ortaya çıkıyor. Yemekler çocuklara kültürün bir parçası olarak sunuluyor. Ayrıca onların karınlarının doyması ile garip bir mutluluk duyan aile büyükleri var her iki tarafta da. Romanda özellikle en duygulu anlar da yemek sunumuyla ilgili, örneğin Banu teyzenin eve misafir gelmiş Armanuş a gece yatmadan önce soyulmuş ve dilimlenmiş portakal sunması, belki de bu yabancının kendini ilk kez evinde hissettiren olay oluyor.”(4)
Romandaki simetrik anlatı ise şöyle kendisine yer bulmaktadır:
“Baba ve Piç Elif Şafak’ın diğer romanlarında görmediğimiz denli sürükleyici bir yapıya sahip. Roman bir yandan geçmişin izini süren Armanuş un bulduklarını damla damla verdiği için, öte yandan da ailelerin acı dolu geçmişlerini sır perdesi ardında koruduğu için olağanüstü bir gerilim yaratıyor. Burada da yine simetrik negatif yansıma söz konusu: birinin hatırlansın, kabul edilsin istediğini diğeri unutmak ve yok saymak istiyor.”(4)
“Elif Şafak, Ermeni-Türk tartışmasını da bu bağlamda ele alıyor romanda. Türklere karşı nefret dolu gençlerin katıldığı internet sitesinin forumundaki tartışmalar en çok da, karşılığını bulmadıkları için sürekli artan kızgınlığa dönüşüyor. En azından bu sitede tartışan Ermeni ve Rumlar, Türklerden bekledikleri nefreti, başka deyişle, kendi kızgınlıklarının karşılığını bulamıyorlar. Armanuş da ilk başlarda en çok buna şaşırıyor, ailesinin başına gelen felaketleri anlattığında, karşısında onu anlayışla dinleyen, hatta anlattıklarına çok üzülen insanlar (Türkler) görüyor.
Romanın en güzel yanlarından biri, bölümleri birbirlerine bağlayan iplerin çok zekice dolanmalarıydı. Örneğin, politikacıları hayvan benzetmeleriyle betimlediği için hapse girmeye hazırlanan karikatürist, bir sonraki bölümde aşklarını hayvan betimleri ile bedenlerine dövme şeklinde yapanlarla bağlanıyordu; ilk bölümde laf atan taksi şoförü, yirmi yıl sonra cenaze arabasının önünü tıkıyordu, böylece Baba ve Piç, roman başından beri hiçbir araya gelmemiş iki kişi, garip bir rastlantı sonucu taksi şoförü ile zihnimizde bir araya gelebiliyordu.”(4)
Romandaki hatırlanmak öğesi içerisindeki Ermeni-Türk ilişkileri:
“Kaosun toz duman olduğu bir devirde yaşanmaktadır. Ve sadece o gün yaşanıp biten bir olay da değildir. Hatırlamak bazıları için zorunluluksa, bazıları için sadece bir tercihten ibarettir. Elif Şafak her ne kadar tarihsel ve neredeyse siyasal bir konuya değinen bir roman yazsa da ‘Baba ve Piç’, ailelerin ve aile bireylerinin hikayelerine odaklanıyor. Belki de 1915 olmasaydı 80 yıl sonra bu gayri meşru çocuk doğmayacaktı! Tek tek bireylerin aileyle tarihle hatta kaderle imtihanları söz konusudur. O yüzden: “Gökten kafana ne yağarsa yağsın asla küfretmeyeceksin. Buna yağmur da dahil.”
Kitap üzerinden Ermeni Evlatlıkları, tehcir dolayısıyla dağılan ve kesişen aileleri izliyorsunuz. Kazancı ailesi Cumhuriyet gibidir. Ailenin rahmetli reisi Rıza Bey kazancı olmasına rağmen variyetini bayrak işine girdikten sonra elde eder. Eski konakta aynı çatı altında hayat süren dört teyze Özal’ın dört eğilimini resmeder sanki. Mütedeyyin ve her daim iyi niyetli Banu teyze; her daim mini etekli ve başına buyruk Zeliha Teyze; öğrencilerin korkulu rüyası disiplinli tarih öğretmeni, Kemalist Cevriye Teyze; felaket tellalı, pek komplocu, gazetelerin 3. sayfa müdavimi Feride Teyze… Dört kardeşin neredeyse hiçbir benzerlikleri olmaması tesadüfi değildir; Elif Şafak romanlarının değişmez manzarası, bir arada yaşayan zıt karakterler burada da karşımıza çıkıyor. Birbirlerinden etkilenirler, bir atmosfer oluştururlar ama onlar birer bireydirler aynı zamanda. Tıpkı aşurenin içinde görüntüsünden bir şey kaybetmeyen fındık, fıstık, ceviz gibi.”(5)
Romandaki cafe görünümüne eleştiri olarak:
“Cafe Kundera bohem bir ada gibidir ve romanın bütünlüğü içinde bir yere oturtmak bir hayli zor. Kendi içinde adabı olan, sonuçsuz sohbetlerin yapıldığı bu grup. Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi ve her daim değişen sevgilileri, Alkolik Karikatürist ve onun hayatla kavgalı karısı, Gizli Gay Köşe Yazarı ve Asya dan müteşekkildir. Cafe Kundera Türk entelektüel hayatını resmediyor. Ama bu ümit veren bir portre değil.”(5)
Bellek ve sürekliliğe ilişkin eleştiriler:
“Bergson, bellek ve süreklilik arasındaki özdeşliği iki yoldan açıklar: Geçmişin şimdide korunması ve saklanması ile şimdinin, geçmişin sürekli olarak büyüyen imgesini kapsayıp kapsamadığı. Bergson da geçmiş, kendi içine kapalı bir alan değildir. Yani şimdi olmaksızın geçmişi tanımlamak ve hatta yaşamak olanaksızdır. Arkadan gelen an, öncekinin bellek tortusunu içerir. Öte yandan da iki an, birisi ortaya çıktığında öteki bütünüyle yok olmadığı için büzüşüp birbirine karışır. Velhasıl iki bellek vardır: Anımsayıcı bellek ile daraltıcı bellek. Baba ve Piç in iki ana kahramanından Armanuş, anımsayıcı; Asya ise daraltıcı belleğin temsilcileridir. Bir hatırlama seferi, bir hafıza fetişidir Armanuş’unki. Asya ise hatırlamamayı tercih eder. Babasının bile izini süremiyorsa nasıl atalarına bağlı hissedecektir kendini? O bir piçtir ve geçmişi, bir kapalı devre olarak niteler, geleceğe, şimdiye odaklı yaşar. Ancak şimdi , her ortaya çıkışında ikiye ayrılır: Bir parçası geçmişe, öteki parçası da geleceğe dönüktür. Bununla birlikte saf süreklilik, ancak ilke düzeyinde geçerli olan bir gerçekliktir ve süreklilikle özdeştir bellek. Asya, belleksizdir bu anlamda, sürekliliği kabullenir ama geçmişin boşluğunu hayalgücü ile doldurur. Armanuş ise saf anımsamanın teşmilindedir: Sanal -ki Cafe Constantinopolis adlı bir chat odasındaki sanal bellek ve tarih tartışmaları, bu anımsamanın sembolleştirilmiş hâlidir- edimsiz ve bilinçsiz bir eylemdir bu hâliyle anımsama. Kendini öncelikle geçmişe yerleştirir; şeyleri, nesneleri oldukları yer itibariyle algılar. Geçmişi de keza kendi içinde ya da şimdide değil, kendi içinde olduğu yerde algılar. Köklerini aramak için geldiği İstanbul da konuştuğu insanlar, kendileriyle geçmişte bu suçları işleyenler arasında bir bağ görmediklerinden 1915 tehcirini üstlenmezler. Armanuş bunun zaman algısında farklılık olduğuna kanaat getirir sonunda.
Yine de her iki ailede geçmişin hafızası, kadınlar aracılığıyla, tam da kadınsı bir alan olarak kurgulanan mutfak üzerinden iletilir. Çünkü kadınlık bilgisi, kelama içrektir. Mutfağı politikleştirip yemeklere etnik bir tat katan Şafak’ın romanında yemek pişirme usulleri ve mutfak kültürü başat bir konumda. Kadınlar yemekler aracılığıyla aktarıyor sivil tarihi bir sonraki kuşağa. Ancak kadınsı iletimin en önemli şartı, anneliğin aktarımı ise her iki ailenin kadınları arasında da geçerli değil. Chodorow’a göre kadın, anne olarak annesinin kimliğine bürünür ve aynı rolü yeniden üreterek kendisine iletileni kızına aktarır. Böylece yitirilmiş olan geri çağrılır. Ancak Baba ve Piç’in kadınları arasında böyle bir iletim kurulamadığı için, anne çocuğuna, simgesel mesajları da aktaramaz. Oysa anne için yalnızca babanın soyzincirine kaydolacak bir çocuk yapmak yeterli değildir, çocuğa baba tarafının değerlerini ve eril alanın şifrelerini de iletmek gerekir. Çünkü babayı çocuğun simgesel düzenine sokan annedir, babanın var olabilmesi anneye bağlıdır. Anne yoksa, baba nasıl olacaktır, Asya’nın hayatında?”(1)
Ve yazarın kendisine yöneltilen eleştiriler:
“Kendi babasıyla da büyük bir iletişim kopukluğu yaşayan, hiçbir zaman babasının kızı olmadığını belirten (ulus devletleşme sürecinde yüceltilen kadın tiplemesi babasının kızıdır ki iyi ki babasız kızlar balosundandır Şafak!) yazar, piç kahramanı üzerinden hem kendi babasızlığıyla ödeşir, hem de toplumsal bellekten mahrum tahayyül dünyamızla… Jale Parla’ya göre (Babalar ve Oğullar), Tanzimat romanı bir babasızlığa, bir yetimliğe doğmuştur. Kahramanın yetim oluşu, yabancı topraklarda tutunmaya çalışan bu türe özgü yapısal bir sorunun işaretidir aynı zamanda. İlk Türk romancıları savundukları cemaatçi değerlerin koruyucusu olabilecek kudretli bir babadan, romanlarının epistemolojik temelinin Batıya yenik düşmesini engelleyecek güçlü bir otoriteden yoksundur. Bu metinlerdeki otoriter ses tonu, arkasını bir kuruma dayamış olmanın verdiği bir yazarlık kudretinden çok, o kudrete hiçbir zaman sahip olamamış yazarın bir an önce yetimlikten kurtulma telaşını yansıtır. Türk romanı, babadan yoksun kalmanın telaşı içinde, bir baba arayışının içine doğmuştur. İsmiyle müsemma Baba ve Piç’te Şafak’ın temel sorunsallarından biri de bu arayışı ironik biçimde eleştirmektir.
Asya -ki hep eril olanı çağrıştıran piçi de bir kız yaparak yerleşik kanıyı altüst eder Şafak- adeta Türkiye’nin bir prototipidir. Türkiye’nin Batılılaşma, ulus-devletleşme sürecine paralel bir mikrokozmos olarak babasızdır; fikre geç bırakılmış, salt duygudan ibaret kılınmıştır. Gerek Türk romanında, gerek Yeşilçam Sineması’nda romantize edilerek yüceltilen bu tarz bir çocukluk, yetişkin ergenlik durumunun pek çok görünümünün tüm satha yayıldığı bu dramın, dramenonu Asya’nın piçlik hâlidir. Bir kavramı, bir hâli hem gerçek, hem mecaz anlamıyla kullanarak dünyayı çoksesli bir estetiğin içinden alımlayan Şafak, iki önemli Bakhtinyen kavramı kullanır Baba ve Piç’te: Polifoni (çokseslilik) ile heteroglossia (değişik dil ve söylemlerin bir arada bulunup çarpışması).”(1)
1-Hande Öğüt,Radikal Kitap,10 Mart 2006
2-Mihail M. Bahtin,Dostoyevski Poetikasının Sorunları,Metis Yay.,2004,Çev:Cem Soydemir
3-Wayne C.Booth,Dostoyevski Poetikasının Sorunları-Önsöz ,Metis Yay.,2004 Çev:Cem Soydemir
4-Asuman Kafaoğlu-Büke,”Baba ve Piç”,Cumhuriyet Kitap,23 Mart 2006
5-Muhsin Öztürk,Sayı:588,13.03.
Elif Şafak’ın bu kitabı hakkında ayrıca Ermenileri ve soykırım iddialarını desteklediği için soruşturma başlatılmıştır. Ancak Şafak yöneltilen eleştirileri kabul etmeyip Metis yayıneviyle birlikte yaptığı bir açıklamada iddiaları kabul etmeyip, iki kültür arasında birçok ortak özellik olduğunu savunarak bunun sadece bir roman olduğunu söylemiştir. Böylece dava olumsuzlanmış olup beraat edilmiştir.
SONUÇ
Elif Şafak’ın bu romanında her eserde olduğu gibi kendi toplumundan alıntılar ve kendi bilinçaltındaki birçok ruh hali bulunmaktadır. Batılılaşmaya çalışan Türk toplumunda değişen kültürel değerler, ensest yasağı, kolektif bilinç içerisinde yansıma gören milliyet şuuru bir toplumun kendini var edecek sac ayağı aramasında hatırlamak isterken bir diğerinin nedenleri ve niçinleriyle neden unutmayı kendine bir çıkış yolu olarak seçtiği aktarılmıştır. Bunun yanı sıra Türk toplumunun kendi iç yapısındaki sallantılar algılayış tarzı bir kadın olarak piçlik, tecavüz gayr-i meşru çocuk, toplumdaki değerlerin yansıması noktasında cinsiyet ve ona yüklenilen değerler gibi başka basit metaforlar barındırıyor gibi görünmesine rağmen Türk toplumunun kendi içindeki çelişkileri aktarılmıştır. Bunun yanı sıra Türkler ile Ermeniler arasında henüz çözüm bulamamış olan var olan kimlik savunumu roman içerisinde mercek altına alınmıştır. Yazar tek bir noktadan bakıyor gibi görünmesine ve bu şekilde yargılanmasına rağmen iki kültür arasında birçok ortak yan bulunabilmiştir. Kitap sonunda bütün düğümler bizim açımızdan çözülmüş olmasına karşılık birçok açık nokta söz konusudur.
Şafak kimliğin ortaya konulmasında hepimizin aslında gerçek kimler olduğu sorusuna vurgu yapar. Ve bu yönüyle düşündürmeye açıktır. Bu yüzden hepimiz romanın karakterleriyle gerçek yaşamı, kendimizi özdeşleştirebiliyoruz.
KAYNAKÇA
Altınköprü Tuncel, Şahsiyet Analizi
Bilgin Nuri, Sosyal Bilimlerde İçerik Analizi
Gattdiener Mark, Postmodern Göstergeler
Marshall Gordol, Sosyoloji Sözlüğü
Mayewsky, General Konsdos Nildemir, Çev: Binbaşı Sadık, Yabancı Gözüyle Ermeni Meselesi
Figen Kanbir